Abdülmecid döneminde lüks düşkünlüğü

Abdülmecid döneminde lüks düşkünlüğü özellikle Kırım Harbi’nden sonra İstanbul halkını etkisi altına almıştı. Müverrih Cevdet Paşa, gençlik yıllarına denk gelen bu devri şu şekilde anlatır:

“Önceden herkes gelire göre tasarruf ederdi; alafranga ev ve sahil evi bir araya gelmiş değildi. Abdülmecid’in saltanatının başlangıcında, özellikle Mısır’dan İstanbul’a birçok paşa, beyler ve hanımlar göç etti. Yüksek fiyatlarla konaklar ve kıyı evleri satın alarak, alafranga eşyalarla süsleyip döşediler, büyük paralar harcadılar ve savurganlık kapılarını açtılar. İstanbul’un ileri gelenleri, Mısırlılarla yarışa girmeye, devlet adamlarının haremleri Mısırlı Mehmet Ali Paşa’nın eşi Zeynep Hanım’ı taklit etmeye başladı. Örneğin, Sadrazam Ali Paşa’nın dairesinin aylık masrafı 1000 altına kadar ulaştı. Ali Paşa’nın çarebulunmayan oğlu olan Ali adlı bir de hanımı vardı ki, masrafı, bir kişinin evini herhangi bir şekilde idare edebileceği miktardaydı. Sadaret maaşı paşaya yetmedi.

“Sultanlar için, devlet adamları haremlerinden üstün olmalıydılar, plansız harcamalara başladılar; maaşlarla yönetilemeyip borca battılar. Sarayda kapalı yaşayan kadın efendileri de, zamanın gerektirdiği gibi arabalarla dolaşmaya başladılar; masrafları arttı, borçlandılar, kahveci ve baltacılara rehine olan kuyumcular gibi tuhaf işlere girdiler. Mesela, bir tüccardan 100.000 kuruşluk mal aldıklarında 50.000 kuruşu nakit olarak alıp sultan adına 150.000 kuruşa senet verirlerdi; bu yüzden, saray hazine müdürlüğünün üç yıl içinde 3 milyon kese akçe borcu oluştu. Sultanların ve kadın efendilerinin takımı Beyoğlu sarraflarının elinde rehin kaldı Private Guide Turkey.

“Kırım Muharebesi sırasında Fransız, İngiliz ve Sardunya askerleri İstanbul’a geldiklerinde, çarşıya altın gibi para akıttılar. Bu sırada yapılan saray düğünlerinde çarşı esnafı, özellikle kuyumcular, fevkalade kazanç elde ederek zarif bir yaşama alıştılar. Boğaziçi’nde yalılar tuttular, o dönemde Kadıköy ve Adalar henüz yerleşim yerleri değildi. Kızıltoprak’ın adı bile yoktu; İstanbul’un sayfiyesi Boğaziçi’ydi, Boğaziçi’nde kiralanacak bir köşe bulmak bir mutluluk sayıldı. Şeyhülislâm Sadettin Efendi, kira olarak aylık 40.000 kuruş ödeyerek Balat Limanı’nda bir yalı kiralamıştı. Nakil tebriği için gelen bir yaşlı adam, ‘Ben bu yalının filan tarihte 40.000 kuruşa satıldığını biliyorum!’ dediğinde, herkes şaşırdı; çünkü bu yalı daha sonra Mısırlı Halim Paşa tarafından satın alınmıştır. Akarların değeri ve kirası bu kadar yükseldiği sırada, esnaf ve tüccarlar için para kazanmak, balık tutmak kadar kolay bir iş haline geldi. İlginçtir ki, Kırım Muharebesi’nden önce İstanbul ve çevresinde birçok hırsız vardı; savaştan sonra hırsızların adı çıktı, anlaşıldı ki ülkemizde hırsızlığın artmasının nedeni parasızlık.”

Aklını başına toplasınlar

“Abdülmecid, kızlarını Münire Sultan’a göndererek israfları nedeniyle şöyle azarlamıştır: ‘Aklını başına toplasınlar, artık aşırıya kaçtılar, uyarıyı geçmiş durumdalar, cezalarını çekmeliler.’ Bir gün Babıâli’ye atla geldi; kimseye iltifat etmeden dairesine girdi, devlet adamları dehşet içinde kaldı. Kaptan-ı derya damadı Mehmed Ah Paşa’yı 60.000 kese borcu nedeniyle azarladı, ‘hain herif’ diye bağırdı. Diğer damat paşalara da ‘Sultanlar gece mehtapta dolaşırmış! Benim gece mehtapta dolaşan kızım yoktur, onları da reddederim! Bu adamların davranışları artık namusuma dokunuyor!’ dedi; bir gün sonra hepsini görevlerinden azletti. Saray kadınlarının arabaya binmemeleri için, serasker Rıza Paşa’nın saray arabalarını zincirle birbirine bağladığı söylendi.

Devlet borç batağına saplandı, Abdülmecid de kaderinden dolayı hastalandı.”

ABDÜLHAMİD II

Osmanlı Hanedanının otuz altıncı hükümdarı olan İkinci Abdülhamid, İstanbul tahtına çıkan Türk hükümdarlarının yirmi altıncısıdır. Abdülmecid ile Gülnihal kadınının oğlu olarak 21 Eylül 1842 (16 Şaban 1258) tarihinde doğdu. Büyük kardeşi Beşinci Murad’ın yerine 31 Ağustos 1876 (11 Şaban 1293) tarihinde, sadece dört yaşında iken tahta geçti. 27 Nisan 1909 (7 Rebiülâhir 1327) tarihinde İkinci Meşrutiyet’e ihanet ve otuz bir Mart isyanını tahrik etmekle suçlanarak tahttan indirildi. Dokuz yıl boyunca önce Selanik’te Aliâbin Köşkü’nde, ardından İstanbul’da Beylerbeyi Sarayı’nda hapsedildi. 10 Şubat 1918 (28 Rebiülâhir 1336) tarihinde, Beylerbeyi Sarayı’nda 76 yaşında öldü. Kabri İkinci Mahmud Türbesi’ndedir. Toplamda otuz iki yıl, yedi ay, yirmi altı gün süreyle Osmanlı Padişahı olarak hükümet etti. Zamanı, uzun bir istibdat dönemi olan Birinci ve İkinci Meşrutiyet arasına denk gelir.

Halk arasında “Sultan Hamid” olarak anılmış, tahttan indirildikten sonra ise devrin ileri gelenleri “Anka İstibdad” ve kendisi de “Hâkatıl Mahlû” olarak adlandırmıştır. Bazıları tarafından sadece “Hamid” veya “Pinti Hamid” olarak da anılmıştır Tour Packages Bulgaria.

Büyük kardeşi Beşinci Murad’ın akıl sağlığı yerinde değildi. Abdülhamid, zeki ve düşüncelerini gizlemekte mahir biriydi. Ancak saltanatı boyunca memleketin içinde birçok sorunun ortaya çıkmasına sebep oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki siyasi ve ekonomik çalkantılar, Abdülhamid’in hükümetinde kendini gösterdi.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, İkinci Abdülhamid, İstanbul’un işgal edilmesi sonrasında Mısır’a sürgüne gönderildi ve burada yaşamının geri kalanını geçirdi. Sürgün hayatı boyunca eserler yazdı ve bazı sanat dallarıyla ilgilendi.

ABDÜLHAMİD II

Osmanlı Hanedanının otuz altıncı hükümdarı olan İkinci Abdülhamid, İstanbul tahtına çıkan Türk hükümdarlarının yirmi altıncısıdır. Abdülmecid ile Gülnihal kadınının oğlu olarak 21 Eylül 1842 (16 Şaban 1258) tarihinde doğdu. Büyük kardeşi Beşinci Murad’ın yerine 31 Ağustos 1876 (11 Şaban 1293) tarihinde, sadece dört yaşında iken tahta geçti. 27 Nisan 1909 (7 Rebiülâhir 1327) tarihinde İkinci Meşrutiyet’e ihanet ve otuz bir Mart isyanını tahrik etmekle suçlanarak tahttan indirildi. Dokuz yıl boyunca önce Selanik’te Aliâbin Köşkü’nde, ardından İstanbul’da Beylerbeyi Sarayı’nda hapsedildi. 10 Şubat 1918 (28 Rebiülâhir 1336) tarihinde, Beylerbeyi Sarayı’nda 76 yaşında öldü. Kabri İkinci Mahmud Türbesi’ndedir. Toplamda otuz iki yıl, yedi ay, yirmi altı gün süreyle Osmanlı Padişahı olarak hükümet etti. Zamanı, uzun bir istibdat dönemi olan Birinci ve İkinci Meşrutiyet arasına denk gelir.

Halk arasında “Sultan Hamid” olarak anılmış, tahttan indirildikten sonra ise devrin ileri gelenleri “Anka İstibdad” ve kendisi de “Hâkatıl Mahlû” olarak adlandırmıştır. Bazıları tarafından sadece “Hamid” veya “Pinti Hamid” olarak da anılmıştır Tour Packages Bulgaria.

Büyük kardeşi Beşinci Murad’ın akıl sağlığı yerinde değildi. Abdülhamid, zeki ve düşüncelerini gizlemekte mahir biriydi. Ancak saltanatı boyunca memleketin içinde birçok sorunun ortaya çıkmasına sebep oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki siyasi ve ekonomik çalkantılar, Abdülhamid’in hükümetinde kendini gösterdi.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, İkinci Abdülhamid, İstanbul’un işgal edilmesi sonrasında Mısır’a sürgüne gönderildi ve burada yaşamının geri kalanını geçirdi. Sürgün hayatı boyunca eserler yazdı ve bazı sanat dallarıyla ilgilendi.

ABPI KÂMİL EFENDÎ

ABPI KÂMİL EFENDÎ (Selânikli)

Muallim lstanbulda yeni usûl ilk iptidai mektebini açan zattır, Sülevmanivedekî Taş mektepte acılan bu okul, îsrtanbulda eski mahalle mekteplerinin birer birer kapanarak yerlerine venİ ilkokulların açılmasına. Türkiyede büyük ki Tasmektep onun idaresine verilmiştir. Abdi Kâmil Efendi bu ilk teşebbüsünün muvaffakiyetinden cesaret alarak Şemsülmaarif adiyle büyük bir hususî okul açmıştır. (B. : Şom süLmaarif).

1857 de Selanikle doğmuş, rüşdiye tahsilini bu şehirde bitirdikten sonra, bir müddet vilâyet kaleminde mülâzemet ile kâtîbllk etmiş, 20 25 yaşların arasında Istanbula gelerek bazı zengin çocuklarına huşum dersler vermeğe başlamış, öğretmenlikteki ehliyeti Maarif Nazın Münif Paşanın gözüne çarparak Nazırın oturduğu Süleymaniye asmttode ki Taşmektcp onun ibaresine verilmiştir. Abdı Kâmil bu mektepte kendi yazdığı yeni bir elifba ile okutma ve öğretme usulünü tatbik için daha geniş bîr imkân bulmuş, Taşmektcp de îstanbulda parlak bir rağbet görmüştü. Abdi Kâmil Efendinin son yılları, fazla çalışma neticesi asabi bîr hastalık üe geçmiş, mektep muhitinden ayrılarak maarif müfettişi olmuş, tekaüt edilmiş ve 1929 Emincikânunımda 72 yaşında olarak ölmüştür.

Mebadü Kıraat adında bir elifbası, muhtelif sınıflar için bir kıraat serisi, Tecvıd, İlmihâl ve Kavaidi Türkiye adında açık türkçe yazılmış ders kitapları vardır.

ABPI PAŞA (Abdürrahman)

On yedinci asrın Türk müverrih ve şairlerinden, devlet adamı: Enderunu hümayun gılmanları a rasmdan yetişmedir. Anadoluhisariıdır; pek küçük yaşta saraya girmiş. 1650 deHasodaya alınmış. Dördüncü Mehmedüı ilk yıllarında kendi adına nisbetle anılan bir tarih yazmağa başlamış, sır kâtibi ve rikâbdar otmuş, 1669 da vezirlikle çırak edilerek nişancı tayin edü mis ve bu vazifede on üç yü kalarak îstanbnl dakı saram, devrin irfan erbabının toplandığı bir yer olmuştu. Sohbeti temiz, zarif bir vezirdi, şür ile uğraşır, yazdığı şeyleri meclisindeki münevver ahbablanna gösterip okumaktan zevk duyardı.

16S2 de Basra valisi, 1688 de Kandiye muhafızı, 1691 de Sakız muhafızı olmuş ve bu adada Ölmüştür. “Vakayiname” adını verdiği eserine Basra valiliği ile îstanbuldan ayrıldığı tarihe kadar devam etmiştir, ki Türkiye imparatorluğu tarihinin orijinal kıymette kaynaklarından biridir.

ABPI KÂMİL EFENDÎ

ABPI KÂMİL EFENDÎ (Selânikli)

Muallim lstanbulda yeni usûl ilk iptidai mektebini açan zattır, Sülevmanivedekî Taş mektepte acılan bu okul, îsrtanbulda eski mahalle mekteplerinin birer birer kapanarak yerlerine venİ ilkokulların açılmasına. Türkiyede büyük ki Tasmektep onun idaresine verilmiştir. Abdi Kâmil Efendi bu ilk teşebbüsünün muvaffakiyetinden cesaret alarak Şemsülmaarif adiyle büyük bir hususî okul açmıştır. (B. : Şom süLmaarif).

1857 de Selanikle doğmuş, rüşdiye tahsilini bu şehirde bitirdikten sonra, bir müddet vilâyet kaleminde mülâzemet ile kâtîbllk etmiş, 20 25 yaşların arasında Istanbula gelerek bazı zengin çocuklarına huşum dersler vermeğe başlamış, öğretmenlikteki ehliyeti Maarif Nazın Münif Paşanın gözüne çarparak Nazırın oturduğu Süleymaniye asmttode ki Taşmektcp onun ibaresine verilmiştir. Abdı Kâmil bu mektepte kendi yazdığı yeni bir elifba ile okutma ve öğretme usulünü tatbik için daha geniş bîr imkân bulmuş, Taşmektcp de îstanbulda parlak bir rağbet görmüştü. Abdi Kâmil Efendinin son yılları, fazla çalışma neticesi asabi bîr hastalık üe geçmiş, mektep muhitinden ayrılarak maarif müfettişi olmuş, tekaüt edilmiş ve 1929 Emincikânunımda 72 yaşında olarak ölmüştür.

Mebadü Kıraat adında bir elifbası, muhtelif sınıflar için bir kıraat serisi, Tecvıd, İlmihâl ve Kavaidi Türkiye adında açık türkçe yazılmış ders kitapları vardır.

ABPI PAŞA (Abdürrahman)

On yedinci asrın Türk müverrih ve şairlerinden, devlet adamı: Enderunu hümayun gılmanları a rasmdan yetişmedir. Anadoluhisariıdır; pek küçük yaşta saraya girmiş. 1650 deHasodaya alınmış. Dördüncü Mehmedüı ilk yıllarında kendi adına nisbetle anılan bir tarih yazmağa başlamış, sır kâtibi ve rikâbdar otmuş, 1669 da vezirlikle çırak edilerek nişancı tayin edü mis ve bu vazifede on üç yü kalarak îstanbnl dakı saram, devrin irfan erbabının toplandığı bir yer olmuştu. Sohbeti temiz, zarif bir vezirdi, şür ile uğraşır, yazdığı şeyleri meclisindeki münevver ahbablanna gösterip okumaktan zevk duyardı.

16S2 de Basra valisi, 1688 de Kandiye muhafızı, 1691 de Sakız muhafızı olmuş ve bu adada Ölmüştür. “Vakayiname” adını verdiği eserine Basra valiliği ile îstanbuldan ayrıldığı tarihe kadar devam etmiştir, ki Türkiye imparatorluğu tarihinin orijinal kıymette kaynaklarından biridir.

Herakles’in Tutsaklığı

Herakles, Omphale’nin yanında tutsak bulunduğu zaman içtiği andı yerine getirmek için serbest bırakılıp bırakılmaz bir ordu topladı. Doğru, Eurytosun şehrine giderek kıralı öldürdü. Sonra karısı Deianeira’ya armağan olarak birkaç genç kız gönderdi. Kızlardan İole adlısı son derece güzeldi. Haberci, Deianeira’ya, Herakles’in onu sevdiğini söyledi. Bunu duyan İcadının kıskançlık bürüdü yüreğini, gözlerinin önüne eski bir anı geldi:

Herakles kendisini ilk gördüğü zaman Deianeira, Kentaur Nessosün sırtında bir ırmağı geçiyordu. Nessos, suyun ortasında kötü sözler söylemişti kendisine; bu sözleri duyan Herakles de karşı kıyıdan attığı oklarla, Kentaur’u öldürmüştü. Kentaur ölürken kanının birazını Deianeira’ya vermiş, “Bunu sakla, ileride Herakles senden başkasına severse büyü olarak kullanırsın,” demişti.

O an gelip çatmıştı şimdi. Deianeira, bir kapta şakladığı kanı çıkardı. Herakles’e göndermek istediği bir gömleği o kanla kızıla boyadıktan sonra haberciyle kocasına yolladı.

Gömleği giyer giymez bir ateş kapladı Herakles’in gövdesini öfkeden, acıdan gözleri dönen Herakles, haberciyi tuttuğu gibi denize fırlattı. Başkalarını hâlâ öldürebiliyordu işte, ama kendisi ölmüyordu. Hemen haber gönderdiler karısına; Deianeira, kocasına olanları duyar duymaz kendini yurdu.

Herakles’i evine götürdüler. Kahramanlar kahramanı artık «»sonunun geldiğini anlamıştı. “Madem ölüm bana geliniyor,” dedi, “ben ona gideyim.” Olta dağında koca bir odun yığını hazırlattı. Adamları oraya götürdüler kendisini. Bir zamanların sırtı yere gelmez kahramanı, odunlara bakarak, “Her şey bitiyor artık,” dedi, “rahata kavuşacağım.”

Oklarıyla yayını genç arkadaşı Philoktetes’e verdi. Sonra meşaleyi uzatarak, “Al, Philoktetes,” diye mırıldandı, “odunları sen ateşle.”

Kısa bir süre sonra Herakles yeryüzünde değildi artık. Tanrılar Olympos’a çıkardılar Herakles’i. Orada ölümsüz olan kahraman, Hera’yla barıştırıldıktan sonra tanrıçanın kızı Hebe’yle evlendirildi. Gökyüzünde uslu uslu oturdu mu, yoksa tanrıların huzurunu kaçırıp onları da tedirgin etti mi, orası bilinmiyor.

 

 

Yada Taşı İnancı

Eski zamanlarda Semerkant şehrinde yağmura ihtiyaç artıp yada taşını bir tas içinde suya bırakıp bir yere koyarlar. Hafız adında bir adam bilmeyerek suyu içer. O anda yağmur yağmaya başlar ve gece gündüz dinmek bilmez. Şehirdeki evlerden başka birçok illerin harap ve ahalinin helâk olacağı korkusu belirir ve herkes şaşırıp kalır. Nihayet susamış Hafız’ın suyu içmesinden böyle yağmur yağdığı anlaşılarak zavallı adam şehirden çıkarılır. O anda yağmur diner amma Hafız’ın yürüdüğü yollan dahi seller kaplamış, oturmak istediği yerlerde dahi yağmur durmamış, ahali hayretlere düşmüştü. Velhasıl bu ibret verici haller Hafız’dan ileri geldiği anlaşılınca zavallı adam memleketten sürülür ve Yağmur diner.

Fakat gittiği yerde de yağmur yağmış ve kendisi kötü bir insan muamelesi görerek Maveraün nehir’den ve Horasan’dan tard edilmiş, Hiç bir yerde kalmamış, Mısıra iltica etmiş. Gittiği memleketin uğuru ile bu hal kendinden zail olmuş. Biraz sonra gönlü, vatan muhabbeti imandandır, düşüncesiyle Semerkand’a gitmek istemiş. Lâkin o garip halinin yeniden zuhurundan korkarak vazgeçmiş.

Adam uzun bir zaman sonra vat anma dönmüş, akrabasıyla buluşmuş ve kendisinde o garip hâl artık zuhur etmemiş, amma adı taşa nisbetle (Hafız Yeda) kalmış.Bir cemaat dahi, evvelce zikrolunduğu üzere, o taş vasıtasıyla zuhura gelen eserler mutlak suya koymakla olmaz, taşın kullanılmasını bilen sihirbazlar bulmak gerektir, demişlerdir.

Buna inananlardan bazıları hayvani taşlardan balıkta ve insan mesanesinde peyda olan taşlar vasitasiyle de bu işi bilenler, kar, yağmur ve dolu yağdırmak ve şiddetli rüzgâr hasıl etmek gibi garip hâdiseler zuhura getirilir, demişlerdir. Ama Nasır Tusi’nin tercihi üzere o taşların gayrisiyle zuhura gelmesi, Muhammed bin Zekeriya Ebubekir Razi’nin akabe hikâyesine muvafıktır.

O büyük ve sözüne inanılır âlim Kitab-ül-Havâs nam eserinde der ki: Türkistan’da iki memleket arasında bir akabe (geçit) vardır. Bu derbendden geçmek isteyenler bindikleri ve yük yüklettikleri hayvanların nal ve tırnakları o tehlikeli yolun taşlarına çarpmasın.

Eğer hayvanların tırnağı o taşa dokunursa veya hayvanı sıkı sürmekten dolayı bir taş zedelenirse hemen hava kararır etrafta bulutlar peyda olur ve yağmur başlar. Mevsim kış ise yağmur tufan gibi şiddetli yağar, yollar kapanır. Mezkûr diyardan geçenler bu taşlardan alarak Türkistan şehirlerine ve şair yerlere götürürler. Bir yerde kar ve yağmur yağdırmak istenirse su ile dolu bir kaba bu taşlardan birini koyup yüksek bir yere bırakırlar.

İstedikleri yerine gelir. Masir Tusi Tensuknâme’de diğer müellifler kendi eserlerinde Akabe hikâyesi Muhammed Bin Zekeriya’ya mahsus değil, Türkistan diyarında böyle geçilmesi i güç boğazlar çoktur ve oradan geçenlerin bu hali gördükleri i meşhurdur. Hatta o muhataralı geçitlerden geçerken bağırmak, yüksek sesle konuşmak, bir şey yıkamak, abdest bozmak ve biraz siyah renkli şeyleri bile suya koymak câiz değildir. Eğer bunlardan biri yapılırsa yaz ise yağmur, kış ise kar yağar, fırtına çıkar, demişlerdir.

Ebülberekat Nişabûrî mezkûr halleri yazıldığı üzere bildir-  dikten sonra, bu garip şeyler sözlerine inanılır kimselerce meşhur ve çok mütedairdir ve kimse bunu inkâr edip aksini iddia etmemiştir. Ancak üstat Ebu-Reyhan Birûnî’nin, bu hikâyelerle I alaya alıp, benim nazarımda bu cins iş, yâni tabiata hükmetmek insanların ve taşların yapabileceği işlerden değildir. Bu rivayetler hikâye kabilindendir, demiş olması galiba kendisine sözlerine fl inanılır bilginlerin bize kadar gelen rivayetlerinin varmadığından | dolayıdır. Düşünecek olursak Ebu-Reyhan haklı ise de hâdiseleri gözleriyle görenlerin verdikleri haberler çok yakın ve katiyen vesveseye hacet yoktur, demişlerdir.

Hikmet (fizik) bilenlerden Ebül Abbas Tifaşî ise vukuuna inandığını Ezhar-ül-efkâr adlı eserinde malûm olduğu üzere, inanılır insanlardan rivayetlerini naklettikten sonra Yûsuf suresinden seçtiği bir âyetle demek istiyordu ki: Semalarda ve yerde nice hakikatlar vardır ki yanlarından geçerler de o hakikatlerden gözlerini çevirirler. Bu işin hakikatini Allah bilir ve o her şeye kadirdir.

 

 

Mitolojide Ejderhalar

Çok mübalâğalarla efsanelerde yer alır. Ejderhalar fırtına yapar, yağmur yağdırır, insanlara hastalıklar dökerler. Bunların üçten yediye kadar başları vardır. Gözleri ateş saçar, yüzleri insana benzer. Çoğu yılan biçimindedir. Ayakları kertenkele ayağı gibidir. Vücudu Balık ve yılan pulu gibi pullarla kaplıdır. Pençeli, kanatlı olanları da vardır. Dört ayaklı hayvan gibileri de görülmektedir.

Doğu yönünü temsil eden (Gök Ejderha) tanrısal bir kudrete sahiptir. Eti’lerin de (Ehkiduydu) adında, boynuzlu, yarı boğa, yarı insan şeklinde ejderhaları vardır. Ningişzida yer yüzüne çıktığı zaman ona bir ejderha arkadaşlık etmiştir.

(Erkam Aidar) masalında (Calmaus) adında yedi başlı bir ejderhanın adı geçer.

Yedi başlı Ejderha demek olan (Büke) sözünü, Yakut’lar büyüklerine ünvan olarak kullanırlardı. Folklorda da çok yer alan Ejderhaların sarayları vardır. Bu sarayların çoğu kuyuların dibindedir… İnsan eti yerler. Genç kızları kaçırırlar. Su kaynaklarını kuruturlar. Hikâyelerde, destanlarda genç kahramanların bunlarla mücadele ettiği çok görülür. Bu mücadele sahnelerinden biri şöyle tertiplenmiştir.

Genç kahraman bir vuruşta ejderhanın altı başım keser. Biri kalır. Bunun üzerine Ejderha şöyle bağırır: (Eğer kahraman isen bir daha vur.) Şayet kahraman yanılır da bir daha vurursa; ejderhanın başları tekrar yerine gelir, eski halini alır. Onun için Ejderha yine (Bir daha vur) diye bağırır. Bunu bilen kahraman da: (Ben anamdan bir defa doğdum) der ve vurmaz. İşte o zaman Ejderhadan hayır kalmaz. Kuyudaki sarayına doğru sürüklenirken yedinci başı da düşer, ölür.

Ejderhalardan hiç yenilmiyeni vardır ki, bunların ünlülerinden biri de (Compalak) adında olanıdır. Bununla beraber bunları da tılsımlarını bozarak öldürmek mümkündür. Bu da şöyle olur; Bu gibi Ejderhaların kırk günlük bir uyku zamanı vardır. Uykuya daldığı vakit yanma gidilir. Üzerinden kırk tane kıl koparılır. Bu kıllar ateşe atılır, yakılır. İşte o zaman o ejderha ölür, gider. (Bulut Ejderhalar) adını taşıyan bir efsâne de şöyledir:

Gök yüzünde bulutlar arasında barınan bir takım Ejderhalar vardır. İnanışa göre ilkbaharda melekler gökteki ejderhalardan birisini, zincire bağlı olarak, bulutlardan aşağıya, dağlara doğru sarkıtırlar. Zincire bağlı olarak sallanan bu ejderhanın kuyruğu güneye dönerse bolluk, doğuya dönerse dolu düşer, kıtlık olur. Batıda ise, o yıl savaş olur. Bulut ejderhanın kuyruğu kara duman gibi sallanır. Gökte melekler zincir ile tutup zapt edemezlerse, yere değen kuyruğu büyük felâketlere sebep olur. Bulut Ejderhanın aşağıya sallanan kuyruğu, yerde neye değerse, ona dolanıp göğe çeker

Ejderhanın ağzından çıkan ısı, iki saatlik yoldan insanı yakacak derecededir.

 

 

 

Mitolojide Kanatlı Hayvanlar

Kartal

Eski Türklerce totem olan kartal, kuşların da j Hakanı idi. Atilla’nın soyunun ulaştığı Kartal’ın başında taç vardı.

Etana’yı göklere Şamaş’ın kartalı çıkarmıştı. Ama yükseklerde Etana’nın başı dönmüş, yere düşerek ölmüştür. Çünkü Sümer’lere göre ölümlüler göklere çıkamaz. Nin-girsu da Aslan başlı ve Kartal kanatlı idi.

Telepinu’nun da kayboluşunda, onu aramak için güneş tanrısı bir kartal göndermişti. İki üç başlı kartallar senbol olarak Hitit heykellerinde görülmektedir. Lâgaş şehrinin totemi aslan başlı bir kartaldı, kartal Yakut’lara göre güneşin de senbölüdür,  Kartal mevsimleri de değiştirir. Kanatlarını bir çırparsa buzlar erir. İki çırparsa ilkbahar gelir. Yakut’lardan bir takımı analarının kartaldan geldiğine inanırlar, ona saygı göstererek adına ant içerler. Eğer bir kimse yalan olarak ant içerse başına büyük felâketler gelir. Kadınlar çocuk yapabilmek için kartala yalvarırlardı.

Akbaba

Akbaba denilen kuş ta ihtiyarladığı zaman yaptığı yumurtanın birinden (İtbarak) çıkardı. Oğuz’un öldürdüğü canavarı da yemeğe akbaba gelmişti. Tanrı Ülgen, insan vücudunu yarattıktan sonra, ona can vermek için Kara Han’a bir kuzgun göndermişti. Kozmogoni bahsinde büyük tanrı Kara Han da, beyaz bir Kuğuyu tek varlık olan sulara gönderdi, ağız dolusu su getirmesini söyledi. Kuğu suya daldı, çıkınca gagasına bulaşan çamuru suların üzerine üfledi. Bundan karalar meydana geldi. Bu efsaneye göre ilk kanatlı hayvan Kuğu kuşu oluyor.

Tufandan sonra Uta-Napiştim suların çekilip çekilmediğini anlamak için önce bir güvercin, sonra bir kırlangıç, daha sonrada karga salıvermiştir. Turna ve güvercinden başka karga da haberci ve postacı olarak tanılırdı. Buğu Tekin’in habercileri de üç kargaydı.

Yaradılış destanında da şöyle denilmektedir: Kuzgun ağzında can olduğu halde bir çam ormanından geçerken yerde bir leş gördü. Dayanamadı. Ağzını açtı, hemen can çam ağaçlarının üstüne düştü, o günden beri çamlar yazın ve kışın yapraklarını dökmez oldu. Onğunu horoz olan boy da, yazın başında kızıl Han’a bir horoz yavrusu kurban ederdi.

Dört boya ayrılan boşluktan güneydeki boyun idaresine kızıl-kuş bakmakta idi.

Sungur, oğuz boyları arasında totem kabul edilmiştir. Oğuz’un oğlu Deniz Han boyunun olduğunu da çakır kuşudur. Omay adı verilen kutsal kuş ise devlet kuşu gibi uğurlu idi. Buudayik denilen kuş, Kırgız efsanelerinde geçmektedir.

Abdülkadir İnan’ın bahsettiği üzere Altaylı’ların (köğütey), Sagay’ların (Altın pirkan) destanlarında (Kaan Gerede) adında büyük ve kahraman bir kuş vardır.Tuğrul da Türkler ve Moğollar arasındaki Anka kuşu gibi idi. ama bu kuş yırtıcı bir kuştu. Pençeleri o kadar sert idi ki bir vuruşta üç yüz kadar kuşu birden öldürdüğü gibi, günde bin kaz pençesinden geçer, bunlardan ancak biri yaşardı.

Köktübulgan adındaki kuşun da kanatlarında çelik vardı. Bir dağın tepesine kanadı çarpınca orayı dümdüz ederdi. Van gölü civarında söylenen (Kardeşler) masalında da peri kızları güvercin şekline girmişti. Kalmuk masalarında da bir fedakâr kadın kuş şekline girerek kocasını kurtarmaya çalışmıştır.

Kaz da tanrılara yakın yaratıklardandır. Bazı boyların ve soyların da totem’leri Kuğu, Kaz ve Karga gibi hayvanlardı. Doğu Milletleri Mitolojilerinden gelen bir takım kuşlar ve hayvanlar da vardır. Bunlardan; Huma, Kaknus, Anka önde bulunmaktadır.

 

Herakles’in Eğitim Çağları

Herakles büyüyünce eğitim görmeye başladı. Bazı derslerden hoşlanıyor bazı derslerden de hoşlanmıyordu. Ona hoşlanmadığı dersleri öğretmeye kalkmak tehlikeli bir şeydi. Musiki dersinden hiç mi hiç hoşlanmıyordu; belki de musiki Öğretmenini sevmemiştir. Bir gün çalgısını kaptığı gibi zavallı Öğretmenin başına indiriverdi. Adamcağız oracıkta öldü. Herakles yandı yakıldı, üzüntüden parçalandı, ama elden ne gelir? Ondan sonra musiki gibi dersleri bir yana bırakıp Herakles’e silâh kullanmayı, araba sürmeyi, güreşmeyi öğrettiler. Bu dersleri öğreten bütün öğretmenler, sağ şahin kaldılar.

Gün geçtikçe büyüyordu Herakles, güçleniyordu. On sekiz yağma gelmeden Kithiaron ormanlarında yaşayan önlü aslanı öldürdü, postunu da kendisine elbise yaptı.

Bir süre sonra Thebailer Prenses Megara ile evlendirdiler onu. Karıkoca mutluluk içinde yaşayıp gidiyorlardı; bu evlilikte üç oğulları oldu. Ama işin içine Hera karıştı yine. Herakles’i ansızın çıldırtıverdi. Aklı başından giden Herakles, Mağara’yı da, üç çocuğunu da kendi elleriyle öldürdü. Ne yaptığını bilmiyordu. Ortalık kana bulanınca kendine geldi. Olanları korku içinde uzaktan seyreden Thebaililer, onun kendine geldiğini görünce yanına yaklaştılar. Amphitryon, Megara’yla çocuklarını kendisinin öldürmüş olduğunu söyledi Herakles’e.

“Onları ben öldürdüm ha?” diye inledi Herakles.
“Sen öldürdün. Ama kendinde değildin.”
“Kendi kendimi de öldüreceğim.”

Bağıra bağıra evden dışarıya fırladı. İşte o anda Atina kralı Theseus göründü kapıda, Herakles’in kanlı ellerini tuttu:

“Kendini öldüremezsin, Herakles. Gözümün önünde kendini öldürürsen seni tutmadığım için tanrılar beni de bağışlamazlar sonra.”

“Demin ne yaptığımı biliyor musun?” diye sordu Herakles.
“Biliyorum,” dedi Theseus, “ama acı duyuyorsun ya. İçinden neler geçtiğini anlar tanrılar, bağışlanırsın.”
“Öldüreceğim kendimi.”
“Bir kahraman böyle konuşmaz,” dedi Theseus.
“Kendimi öldürmeyip de ne yapayım?” diye bağırdı Herakles. “Yaşayayım mı? Herkes, ‘Bak, işte karısıyla çocuklarım öldüren adam bu mu desin?”
“Kendine gel,” dedi Theseus. “Ben seni Atina’ya götürürüm. Evim senin evin, eşyalarım senin eşyaların… Gün olur, sen de bana, Atina’ya yardım edersin.”
Uzun bir sessizlik oldu. Sonunda, “Peki.” dedi Herakles, “dayanacağım.”

İki arkadaş, Atina’ya gittiler. Orada Theseus, Herakles’i yatıştırmaya çalıştı.

“Sen o anda çıldırmıştın,” dedi; “he yaptığını bilmiyordun. Bu işte suçun yok.”

Herakles yine yatışmadı. Karısıyla çocuklarının ölü gövdeleri geliyordu göklerinin önüne. Delphoi tapınağına gidip bakıcıya bu suçtan arınmak için ne yapmak gerektiğini sordu.

Bakıcı, “Suçlusun Herakles,” dedi, “bu suçtan arınmak: için Mykenal kralı Eurystheus’a gidip onun buyuracağı şeyleri yapman gerek.”

Bunları duyunca sevindi Herakles. Hemen Eurystheus’a koştu. Galiba pekiyi bir kişi değildi Mykenai kıralı, dünyanın en güçlü adamının kendine gelip tutsaklar gibi çalışmak istemesinden çok hoşlandı. Kendisine bu konuda Hera’nın da akıl öğrettiği söylenir. Zaten Herakles’i ömrünün sonuna kadar rahat bırakmadı Hera; onun Zeus’un oğlu olmasını kendine yediremiyordu.

Bu işleri başarıp suçlarından arındıktan sonra yeni yeni serüvenlere atıldı Herakles. önce toprağın oğullarından dev Antaios ile boğuştu, önüne çıkan herkesle boğuşurdu Antaios, sırtını yere getirdiği kimseleri de oracıkta öldürürdü, öldürdüğü kişilerin kafa taslarından bir tapınak kuruyordu kendine. Günlerden bir gün Herakles’le karşılaştı. Hemen boğuşmaya başladılar. Son derece güçlü bir yaratıktı dev, Herakles onu ne zaman yere fırlatsa, toprak anadan aldığı taze güçle, hiç yorulmamış gibi yeniden ayağa fırlıyordu. Herakles ne yapsın, tutup havaya kaldırdı Antaios’u, yere bırakmadan havada boğdu.

 

Yedi İklimi İdâre Eden Mitoloji

Doğu bilgilerine göre; idaresi göklerden gelen dünya, yedi iklime ayrılmıştır. Türk çevresine de geçen ve mitolojik hava içinde verilen bu bilgilerde yediye ayrılan iklimlerin her birini bir yıldız idare eder. Bu iklimlerle bunları idare eden yıldızların tablosunu şöyle tertiplemek mümkündür:

Birinci iklim: Hint diyarı, İdare eden: Zuhal. Rengi siyah. Yedinci gökte, İkinci iklim :  Çin diyarı. İdare eden:  Müşteri Kahverengi Altıncı gökte. Üçüncü iklim: Türk diyarı. İdare eden: Mirrih. Kırmızı. Beşinci gökte. Dördüncü iklim : Horasan diyarı. İdare eden: Güneş, Sarı. Dördüncü gökte. Beşinci iklim : Mâvera ün nehir diyarı. İdare eden: -Zühre, Yeşil. Üçüncü gökte. Altıncı iklim : Rum diyarı. İdare eden: Utarit. Mavi, İkinci gökte yedinci iklim : Bulgar diyarı: İdare eden: Ay. Beyaz. Birinci gökte. Bu yedi iklime Farslar. (Heft iklim), Araplar (Ekaalim-i Seb’a) derler.

Bu iklimlerin dışında kalan yerlere de (Karanlıklar diyarı) denir. Yedi iklimi idare eden yıldızlar göklerde bulunur. Bunların beşi önemlidir. Güneş ve ay ile yedi olur. Bu beş yıldızdan Ay’ın bulunduğu gök yeşil Zebelcettendir. Utarit’in bulunduğu gök sarı yakuttandır. Zührenin bulunduğu gök. Kızıl Yakuttandır. Zuhal’ın bulunduğu gök ak gümüştendir.

Gök Gürültüsü, Şimşek, Yıldırım

Göklerde geçen bu tabii olaylar da kutsal sayılırdı. Altaylı’lara göre yıldırım ve şimşek Ülgen’in emrinde olduğu gibi, yıldırım ayrıca tanrı da sayılırdı. Yıldırım hem korkutur, hem de sevilir ve kutlanırdı. Gök gürültüsü; tanrı arabasının koşturduğu zaman tekerleklerin çıkardığı sesler olduğu gibi, şimşek te tanrının şeytanlara attığı oklardı.

Yıldırım tanrı Yerdeki kötü ruhları takip eder. Kötü ruhların saklandığı ağaçlara ateşi gönderir, yıldırım düşer. Yıldırım düşen ağaçtan bir parça alınıp saklamfsa o yere kötü ruh girmez. Urenha’lar yıldırım tanrısına süt, ayran sacı ederler.

Urenha, Kazan-Kırgız kadınları ilkbaharda ilk şimşek çaktığı ve gök gürlediği zaman çadır çevresinde süt, ayran, kımız dolu kapları dolaştırıp sacı töreni yaparlar. Müslüman Türklerden Başkurt kadınları ise şimşek çakarken süt, ayran gibi beyaz içkileri örterek saklarlar. İnançlarına göre süt ve ayrana yıldırım düşermiş… Uryankıt’ar yıldırımdan korkmazlar. Şimşek çakıp gök gürlerken bağırıp çağırırlardı. Uygur’lar yıldırımın düşmesini beğenirler. Gök gürledikçe bağırıp çağırırlar, göğe doğru ok atarlar… Bir yıl sonra güz mevsiminde, atların iyi beslendiği sırada yıldırım düşen yere toplanırlar, bir koyun kesip oraya gömerler. Kadrı Şaman İlâhiler okur. Atlı erkekler bu yerin çevresinde bir kaç defa dönerler.

 

Tarihte Günümüzün Seyrini Değiştirenlerden Üçü

Doktor Bamard

Christian Bamard, Güney Afrikalı hekim ve cerrah. 1922’de Cap’ta (Güney Afrika Cumhuriyeti) Beaufort-West’te doğdu.

İnsandan insana ilk kalp nakli ameliyatım gerçekleştirdi. 1967 yılının aralık ayında Louis Washkansky adında bir kalp hastası, her an ölebileceğini biliyordu. Hasta kalbi ansızın durabilirdi. Görünüşte hiç kimse ona yardım edemezdi. O zamana kadar kalp nakli ameliyatı hayvanlarda denenmiş, bir köpeğin kalbi çıkarılarak başka bir köpeğe takılmış ve hayvan bir süre yaşamıştı. Ama hiçbir cerrah böyle bir ameliyatı insanüstünde denemeye cesaret etmemişti, işte Güney Afrikalı Christian Barnard dünyada ilk defa böyle tehlikeli bir ameliyata girişerek Washkansky’nin hasta kalbini çıkarıp yerine bir kaza sonucunda öten genç bir adamın sağlam kalbini taktı. Ve bu kalp tam on sekiz gün çalıştı. O günden itibaren dünyada buna benzer birçok ameliyat yapıldı. Bu alanda hâlâ büyük gelişmeler olmakta, kalp nakli ameliyatı geçirmiş bazı kimseler yaşamaya devam etmektedirler.

Braille

Louis Braille Âmâ Fransız mucidi, 1809’da Coupray’de (Fransa) doğdu, 1852’de Paris’te öldü.

Körler için kabartma bir yazı şekli buldu; bu sistemi müzik notalamasına da uyguladı. Üç yaşında gözlerini kaybeden Braille on yaşında Paris’teki Genç Körler Enstitüsüne yazılmıştı. Bir gün orduda bazı emirlerin geceleri karanlıkta da okunabilmesi için kabartma yazı hâlinde kâğıtlara geçirildiğini öğrendi. Dört elle işe koyularak, körlerin parmaklarıyla çözebilecekleri ve yine körler tarafından çelik kalemlerle kâğıda yazılabilecek bir alfabe düzenlemeye çalıştı. Kabarık noktalar sistemine dayanan bu alfabenin Fransız eğitimcisi ve insan severi Valentin Haüy’ün icat ettiği alfabeden farkı, kabarık noktaların değişik biçimde filmiş olmasıdır. Bu noktalar tıpkı bir tavla zarının altılı yüzünde olduğu gibi üç noktalı iki dizi hâlinde sıralanırlar. Braille’m bulduğu sistem sayesinde kör bir insan, herhangi bir metni ve sayıları okuyup yazabilir. Hattâ müzik notalarını bile çözebilir.

Albert Schweitzer

Fransız papazı, hekimi ve orgcusudur. 1875’te Kaysersberg’te (Alsace) doğdu, 1965’de Lambaréné’de (Gabon) öldü.

1913’te Gabon’daki Lambaréné hastanesini kurdu. Albert Schweitzer, olağanüstü ve dopdolu bir hayat sürmüştür. Önce Strazburg’daki Saint-Nicola kilisesinde vaaz vermiş, onun ardından Strasburg’daki Protestan ilahiyat Fakültesinde profesörlük yapmış, daha sonra da Paris’teki Johann Sebastian Bach Derneğinde çok usta bir orgcu olmuştu. Albert Schweitzer’in yaptığı işlerin en önemlisi, Afrika’daki o mükemmel Lambaréné hasta hanesini inşa ettirip hayatının geri kalan kısmını buraya adamasıdır. Sadece 1914-1918 savaşı sırasında Almanlar tarafından tutuklandığı zaman buradan ayrılmak ve kısa bir süre için hastalarını yalnız bırakmak zorunda kalmıştı. Beyaz perdeye aktarılmış en güzel hikâyelerden biri olan Doktor Schweitzer, gece yarısı oldu adlı filim, bu olayı canlandırır. Bu insan severe, insanlığa yaptığı hizmetlerden dolayı 1952’de Nobel Barış ödülü verilmiştir.

 

 

Türk Mitolojisinde İnsanın Yaradılışı

İnsanın yaradılışı üzerinde Türk boyları arasında çeşitli efsâneler vardır.

Bu efsanelerden bir kaçı:

1— Altaylı’lara  göre; önce yalnız Kara Han ile sular vardı. Bu büyük tanrı tek başına canı sıkıldığı için bir insan yarattı. Bu insanın kanatları vardı, suların üzerinde uçuyordu. İnsan buna kanaat etmedi, yükseklerde uçmak istedi. Kara Han onun maksadını anladığı için uçmak kudretini aldı. Kanatlan işe yaramadı, suya batmağa başladı. Bunun üzerine Kara Han’a yalvardı, o da acıdı, her hassayı yeniden ona verdi, ama uçmak kudretini vermedi. O halde bu insan için kara lâzımdı. Kara Han gene düşündü. Yıldızlardan bir avuç toprak suların üzerine serptirdi. Böylece karalar oldu.

Kara Han ada şeklinde türeyen bu ilk karaya dokuz dallı bir çam dikti, her birinin altında birer adam daha yarattı. Bu-dokuz adamdan dokuz ırk türedi. Bu insanlara iyi yolu göstermek için de (Yayık) ı yarattı.

2— Yine Altaylı’larla Yakut’larm bir inanışına göre; Kara Han’ın oğlu büyük tanrı Ülgen, insan vücutları yarattı, bunların canı yoktu. Can vermek için Kara Han’a bir kuzgun gönderdi. Kara Han, Ülgen’in yarattığı insan için istenilen canı verdi. Kuzgun da canı gagaları arasına sıkıştırarak geri döndü. Yol uzundu. Kuzgun acıktı. Uçarken yer yüzünde bir deve leşi gördü. Iştihası onu leşe doğru sürüklüyordu. Fakat kuzgun leşten uzaklaştı, yoluna devam etti. Biraz gittikten sonra gözüne yerde bir at leşi göründü. İştihası kabaran kuzgun kendini tuttu, leşin yanından geçti. Son kuvvetini vererek uçan kuzgun bu defa bir inek leşi gördü. Bu leş kuzgunu daha çok kendine çekti, kuzgun: (Ah ne güzel) dedi. Bunu derken gagalarını açınca can bir çam ormanının üzerine düşerek ağaçlara dağıldı. Bunun içindir ki çamlar kışın, yazın yapraklarını dökmez, canlı dururlar.

Kuzgun havada uçarken, gecenin yansında Erlik Han yeraltından çıktı. Yer yüzünde bir saray gördü, yavaş yavaş yaklaştı. Bu sarayda Ülgen’in insan cesetlerinin yattığını anlardı. Bu cesetleri Erlik’in fenalıklarından korumak için Ülgen bir köpeği bekçi koymuştu. O zaman köpekler insanlar gibi tüysüzdü. Erlik, köpeğe : (Beni bu saraya bırakırsan sana kürk veririm.

Daha üşümezsin. Hem sana öyle bir yemek veririm ki, bu yemeği yersen bir ay açlık duymazsın.) dedi.

Köpek bu sözlere kandı. Erlik’i saraya cesetlerin yanma bıraktı. Erlik, kendi canından üfledi: (Bunların hepsi benim gibi olacaktır) dedi. Cesetler canlandı. Bunlar erkek ve kadın idi.

İşte yeryüzünde insanlar böyle türedi. Yâkut’larm bir efsânesine göre de; îlk insan yarı &t, yarı insan şeklinde gökten inmiştir.

3 — Bir Al tay efsanesinde de; tuzlu suları temsil eden Tia-mat’ın ikinci kocası Kingo, insan yaratmak istedi. Buna kızan tanrılar Kingo’yu kestiler. Kanı ile insan hamuru yoğruldu.

Böylece insanlar meydana geldi.

4— Bir başka efsânede de; büyük tanrı yer yüzünde bir insan yarattı. Bu insan erkekti. Bir gün bu insan uyurken şeytan onun göğsüne dokundu. Bunun üzerine kaburgalarından bir kemik büyüyerek yere düştü.

Bundan da bir kadın meydana geldi. Ama yine Altaylı’Iara göre böylece yaradılan ilk insanlardan erkeğin adı Törüngey, kadının adı da Eje’dir

5— Budist Türklerin bir efsânesinde de; Tanrı güzel bir kız olan (Rin ta no d gar) i gökten yere indirdi. Kendisi ile beraber bulunacak bir erkek yer yüzünde henüz olmadığı halde çok çocuk doğurdu.

Bu da insanların ilk anası oldu.

6 — Bir Sümer efsanesinde de; tanrılar kendilerine hizmet edecek varlıkların olmasını düşündüler. Bu işle Ea’yı görevlendirdiler. Bunun üzerine Ea, çamurdan bir insan yaptı, ona can verdi. işte insan, hayâlini ulaştırabildiği kadar çeşitli efsanelerle kendini yarattıktan sonra dahi, cismini normâl ve rahat şekilde bırakmamış, gitgide başka yaratıkların uzuvlarından da katarak insanla karışık acayip yaratıklar ortaya getirmiştir.

Kara Han’ın yarattığı ilk insana kanat takıldığı, Dede Korkut hikâyelerinde geçen (Tepegöz) e tepesine yalnız bir göz, Cengiz’in ceddi olan Bataçihan’dan sıra ile yetişen evlâtları arasında Duma-Sohor’un alnı ortasına bir göz konulmuş, sudan çıkan ilk insan Oannes’in vücudu insan, başı ve sırtı balık olarak gösterildiği gibi, it başlı, sığır ayaklı, yarısı akrep insanlar türetilmiştir.  Büyük işler yapan bir takım insanlar hakkında; merak ve korku uyandırmak, yahut kudretli göstermek maksadiyle vücutları çok büyütülenler de olurdu: Saka Türk’leri kahramanlarından Alp-Er-Tonga, Semerkant kalesinde otururken ayaklarını Zerefşan deresinde yıkardı. Sümer kahramanı Gılgamış’ın da boyu on metre idi.

Yakın doğu milletlerinin mitolojilerinden gelen bir efsânede de Deccal çok iri ve uzun bir adamdır. Başı bulutlardan dışarı çıkar, derin denizler topuğuna kadar gelirdi. Yine yakın doğu mitolojisi ile gelen (Uc Bin Unk) da o kadar büyük idi ki, başı Deccal’ın başı gibi bulutlardan dışarı çıkar, balığı denizden alır, güneşe tutarak kızartır, yerdi. Nuh tufanı zamanında su onun ancak dizlerine kadar çıkabilmişti.

Bunları yalnız Türk Mitolojisinde değil, her milletin mitolojisinde bol bol görmek mümkündür. Şu var ki, sosyal bünyenin ana geleneklerine, derin inanışlarına bağlanmak zorunda bulunan insanlar, çizdikleri bu gibi çeşitli tabloların hududunu aşamazlar, Gördüklerinin dışına hayallerini kaydırmağa yaradılış kanunları izin vermezdi. Ancak kendinden ve gördüklerinden materyel almakla yetinebilirlerdi.

 

Mitolojinin Büyük Aileleri Atreus Soyu: “Agamemnon ile Çocukları”

OIympos’da yapılan toplantıda ilk Zeus konuştu; insanlar tanrılara karşı yakışık almayan davranışlarda bulundukları, bir de kendi kötülükleri sonucumda ortaya çıkan şeylerden ölümsüzleri sorumlu tuttukları için iyice çattı. “Agamemnon’un oğlu Orestes tarafından öldürülen Aigisthos’u hepiniz tanırdınız,” dedi. “Agamemnon’un karısını nasıl sevdiğini, sonra onun Troia’dan dönen kocasının nasıl öldürdüğünü hepiniz bilirsiniz. Biz ödevimizi yaptık bu konuda. Hermes’i yollayarak kendisini uyardık. Atreus’un” oğlunun öcü Orestes tarafından alınacak dedik, ama bu dostça öğüdümüz bile onu yolundan çeviremedi. Şimdi cezasını çekiyor.”

İliada’dan alınan bu bölümde Atreus Soyu ilk olarak söz konusu edilmektedir. Odysseia’da, Phaiak’lar ülkesine düşen Odysseus, onlara Hades’te karşılaştığı ölüleri anlatırken içlerinde en çok Agamemnon’a acıdığını söyler. Ona nasıl öldürüldüğünü sorunca, şu karşılığı almıştır: “Sofrada yemek yerken başıma bir balta indi. Algisthos, karımla birleşerek yaptı bunu. Beni evine çağırdı, sofrada öldürdü. Adamlarımı da öldürdü birer birer. Çarpışmada, savakta ölenleri görmüşsündtir; ama kimse bizim gibi şarap çanaklarının, donanmış sofralann yanında, bir şölende ölme-miştir. Kassandra’nm çığlığını duydum. Klytaimnestra onu üstümde öldürdü. Ellerimi uzatmaya çalıştım ama olmadı, ölüyordum.”

İlk anlatılan öyküde, Agamemnon, karısının sevgilisi, tarafından öldürülür. Yüzyıllar sonra, İsa’dan önce 450’de Aiskhylos’un yazdığı oyun ise oldukça değişiktir, öc, tutku gibi çeşitli duyguları işleyen bu büyük oyunda Agamemnon, bir kadınla bir erkek arasındaki yasak sevgi yüzünden değil, öz kızını öldürdüğü için ölür. Bir annenin sevgisi, içinde beslediği öc duygusu, onu ölüme sürükler. Aigisthos silik kalır. Klytaimnestra’dır önemli olan.

Atreus’un iki oğlu, Troia’daki Yunan kuvvetlerinin komutanı Agamemnon ile Helena‘nın kocası Menelaos apayrı yaşadılar; sonları da birbirine benzemedi, önceleri kardeşi kadar ün kazanamayan Menelaos, sonraları yükseldi. Troia düştükten sonra karısını da geri aldı. Athena’nın yolladığı rüzgârla Mısır’a kadar sürüklendi gemisi, ama sonunda sapar sağlam yurduna döndü, Helena’yla mutluluk içinde yaşadı.

Troia düştüğü zaman, komutanlar arasında Agamemnon kadar talihlisi yoktu, öteki gemileri uzak ülkelere sürükleyen fırtınadan sapasağlam çıkmıştı gemisi. Şehrine girdiği zaman bütün tehlikeleri atlatan şanlı bir önder gözüyle bakıyorlardı kendisine. Karaya ayak bastığını duymayan kalmamıştı onun. Agamemnon, parlak bir savaştan sonra evine kavuşan en başarılı komutandı.

Kendisini karşılayanlar arasında kafalarından iyi şeyler geçmediği yüzlerinden belli olan kişiler vardı yine de. ‘‘Çevresini kötülük sarmış Agamemncn’un,’’ diyorlardı. “Saray eski saray değildi artık. Dili olsa da söylese.”

Sarayın önünde krallarını bekleyen büyükler, daha da karamsardı. Alçak sesle, çok iyi hatırladıkları geçmişi konuşuyorlardı. Babasına bütün yüreğiyle inanan küçük, temiz Iphigeneia geliyordu akıllarına, hançerlere, katı yüzlere bırakılan o güzel kız… Agamemnon kendi istememişti bunu; Troiaya yelken açmak için tatlı bir yel bekleyen orduya söz geçirememişti. Yine de bu kararda, babadan oğula geçen o korkunç kanın etkisi vardı. Yaşlılar lanet denen şeyi biliyorlardı.

Kan susuzluğu
İçlerine işlemiş.
Yeni kanlar akıtıyor
Eski yaralar kapanmadan.

Iphigeneia öleli on yıl olmuştu, ama bu ölümün sonuçları o güne kadar kalmıştı. Her günahın yeni bir günah doğurduğunu biliyordu yaşlılar. Belki de bir şey olmaz diye avunmak boşunaydı; biliyorlardı, öç saraya girmişti bile, Agamemnonü bekliyordu.

Kızının öldürüldüğü Aulis’ten döneliberi, kıraliçe Klytaimnestra’nm içine öc duygusu yerleşmişti. Çocuğunu öldüren kocasına bağlı kalmadı, kendine bir sevgili buldu. Herkes biliyordu bunu; Agamemnon’un döndüğü haberi saraya ulaştığında Klytaimnestra’nın sevgilisini yollamadığını da biliyorlardı. Sarayda neler dönüyordu acaba? Kara kara düşünürlerken kiralın arabası avluya girdi. Çok güzel, tuhaf görünüşlü bir de kız vardı arabada. Herkes sevinç çığlıkları atıyordu. Nöbetçiler selâm dururken büyük evin kapıları açıldı. Eşikte kraliçe göründü.

Yüksek sesle başarısının sürmesi için tanrılara yakarıyordu kral. Kraliçe ona doğru ilerledi. Yüzü ışıl ışıl, başı dikti. Agamemnon’dan başka orada bulunan herkes, kocasını aldattığını biliyordu onun; yine de böyle bir durumda sevgiden, özlemden söz açmak gerekirdi Coşkun sözlerle kocasını karşıladı Klytaimnestra. “Sen bizim güvencimizsin,” dedi; “güçlü koruyucum uzsun. Seni görmek, azgın bir fırtınadan sonra denizcinin karayı görmesi, susuz yolcunun gür pınarlara varması gibi bir şey.”

Agamemnon aşırılığa kaçmadan karşılık verdi karısına, sonra saraya doğru yürüdü. Arabadaki kızı gösterdi Priamos’un kızı Kassandra’ydı bu kız. Karısına, onu ordunun kendisine armağan ettiğini söyledi. Tutsak kızların en alımlısıydı Kassandra. Klytaimnestra ona iyi davranmalıydı. Bu sözlerden sonra karı-koca saraya girdiler, kapılar bir daha açılmamacasına kapandı arkalarından.

Kalabalık dağılmıştı; sessiz yapının, kapalı kapıların önünde tedirgin yaşlılar bekleşiyordu yalnız. Garip bakışlarla tutsak prensesi süzüyorlardı. Sözlerine kimsenin inanmadığı bir bakıcı olduğunu duymuşlardı onun; söyledikleri sonradan hep çıkarmış. Korku içinde onlara döndü prenses, nereye getirilmiş olduğunu sordu. Yanlılar onu yatıştırmak istediler; bu evde Atreus’un oğlunun oturduğunu söylediler. “Tanrının nefret ettiği ev bu!” diye haykırdı Kassandra. “İnsanların öldürüldüğü, döşemelerin kanla kızardığı bir ev!” Yaşlılar şaşkınlıkla, korkuyla birbirlerine baktılar. Onların düşündüklerini bu yabancı nereden biliyordu? “Çocukların ağlayışını duyuyorum,” diye inledi Kassandra.

“Kanayan yaralar için ağlıyorlar,
Bir baba şölen sofrasında.
Yediği et kendi çocuklarının eti ”

Thyestes’le oğulları… Nerden duymuştu bunu? Çılgınca sözler dökülüyordu kızın dudaklarından. Sanki bu evde yıllar boyunca olup bitenleri, işlenen günahları kendi gözleriyle görmüştü. Sonra geleceği söyledi Kassandra. O gün iki kişi daha öldürülecekti  biri kendisivdi. “ölümü bekleyeceğim,” diyerek saraya doğru ilerledi. O uğursuz eve girmesine engel olmaya çalıştılar, ama boşunaydı. Kapılar onun da üstüne kapandı. Bir süre sessizlik kapladı her yanı; sonra acı çeken bir adamın sesi duyuldu ansızın: “Tanrım! Vuruldum!” Sonra yine sessizlik.

Yaslılar korku içinde btrbirlerin’e sokuldular. Kiralın sesiydi bu. Ne yapsalardı? “Kapıyı kırın! Çabuk! Çabuk!” diye bağırırlarken kapılar açıldı. Kraliçe eşikte duruyordu.

Elbisesi, elleri, yüzü, koyu kan lekeleriyle kaplanmıştı Klytaimnestra’nın. Kendine güvenir bir hali vardı yine de. “Kocam ölü yatıyor içeride,” dedi, “kendi elimle cezasını verdim.” Elbisesinde, yüzünde onun kanının leke1 eri duruyordu işte. Kendini savunacak değildi. Çocuğunu öldüreni öldürmüştü, o kadar.

Sevgilisi gelip yanında durdu. Thyestes’in en küçük oğlu Aigisthos, o korkunç şölenden sonra doğmuştu. Agamemton’a kin beslemezdi, ama çocukları öldürterek şölen sofrasına koyan Atreus ölü olduğuna göre, cezayı oğlu çekmeliydi.

Kraliçeyle sevgilisi kötülüğe kötülükle son verilmeyeceğini bilirlerdi. Yine de, bu ölümün yeni kötülükler doğuracağını akıllarına bile getirmediler. “Artık ikimiz de kan dökmeyeceğiz,” dedi Klytaimnestra. “Bundan böyle ülkeyi biz yöneteceğiz. Her şey yoluna girecek.” Boş bir umuttan başka neydi ki bu? Iphigeneia’nm iki kardeşi vardı. Elektra adlı bir kızla Orestes adlı bir delikanlı. Orestes orada olsaydı, Aigisthos ne yapar yapar öldürürdü onu; ama delikanlı güvenilir bir dos-tun yanma yollanmıştı. Kızı Öldürmeyi Aigisthos kendine yakıştıramadı, ona acı çektirmekle yetindi. Tek umudu vardı Elektra’nın: bir gün Orestes gelip babalarının öcünü alırdı belki. Aigisthos ölmeliydi, ama onun suçu annesininkinin yanında ne kadarcık kalıyordu ki? Babanın öcünü almak için anneyi öldürmek doğru muydu? Uzun yıllar boyunca, Klytaimnestra ile Aigisthos egemenliklerini sürdürürlerken, günlerini hep acı acı düşünerek geçirdi Elektra.

Orestes daha da büyüyüp kılıç kullanacak çağa gelince, durumunun ne kadar güç olduğunu anladı. Bir oğulun babasını öldürenleri öldürmesi, en başta gelen ödeviydi. Ama annesini öldüren insana ölümlüler de, ölümsüzler de canavar gözüyle bakarlardı. En kutsal ödevi, en büyük suçla sıkı sıkıya bağlanmıştı. Doğru olanı yapmak “isterken, iki kötü yoldan birini seçmek zorunda kalacaktı: ya babasını unutacak, ya annesini öldürecekti.

İçini yakan kuşkuya dayanamayarak yola çıktı Orestes. Delphoi’ye gidip Apollon’a akıl danışacaktı. Duru sesiyle tanrı ona yol gösterdi:

öldürenleri öldür.
ölüme ölümle karşılık ver,
Eski kanlara, kanla.       

Orestes anlamıştı artık. Demek uğursuzluk onun da başındaydı. Kendi sonunu düşünmeden öç alması gerekiyordu. Çocukluğundan beri görmediği evine gitmek için yola çıktı; arkadaşı Pylades de yanındaydı. İkisi birlikte büyümüşlerdi, öyle her arkadaşlıkta rastlanmayan bir sevgiyle bağlıydılar birbirlerine. Elektra bilmiyordu onların geleceğini, ama umudunu kesmemişti.

Bir gün babasının mezarına varıp sunular sundu, tanrılara yakarmaya başladı: “N’olur, evine yollayın Orestes’i.” İşte o sırada Orestes belirdi yanıbaşında. “Ben senin kardeşinim,” dedi. “Bak, işte ayrılırken örüp bana verdiğin pelerin.”

Elektra inanmıştı bile. “Yüzün tıpkı babamın yüzü.” diye haykırdı. Sonra acı yıllar boyunca kimsenin kendisinden istemediği sevgiyi sundu kardeşine.

Hepsi, hepsi senin simdi,
Ölen babama duyduğum sevgi,
Anneme verebileceğim sevgi,
Zavallı “kardeşimin sevgisi, zalimce öldürülen,
Hepsi senin şimdi, yalnız senin.

Orestes o kadar düşünceliydi ki, kardeşinin dediklerini duymadı bile. Onun sözünü keserek içini döktü, yüreğini yakan düşünceleri açtı. Üçü bir olup, neler yapacaklarını tasarladılar. Orestes’le Pylades, saraya giderek, Orestes’in ölüm haberini vereceklerdi. Klytaimnestra ile Aigisthos çok sevineceklerdi buna, habercileri görmek isteyeceklerdi. Bir kere saraya girsinler, gerisi kolaydı. Böyle birdenbire ortaya çıkışları kraliçeyi öyle şaşırtacaktı ki… İki arkadaş, kılıçlarına güveniyorlardı.

Saraya alındılar. Bir süre sonra kapılar ağır ağır açıldı. Klytaimnestra çıktı, merdivenin başında kıpırdamadan durdu. Ansızın bir gürültü koptu içeride. Tutsaklardan biri dışarı fırlayıp, “Efendimiz,” diye bağırdı, “aldattılar sizi! Orestes burada… İşte!” O zaman her şeyi anladı Klytaimnestra. Bir balta getirmesini buyurdu tutsağa. Kendisi savunmaya kararlıydı, ama baltayı eline alınca vazgeçti bundan. Kılıçlı bir delikanlı gelmişti yanma. Kılıçtaki kanın kimin kanı olduğunu anladı, kabzayı tutan eli tanıdı. Birden başka bir şey geldi akima. Kendini başka türlü savunacaktı. Karşısındaki adamın annesi değil miydi? “Dur oğlum,” dedi ona, “göğsüme bak. Kaç kere başını oraya dayıyarak uyumuştun. Da-”” ha dişlerin çıkmamışken, küçücük ağzınla süt emdin göğsümden, öyle büyüdün…”

“Ah, Pylades!” diye haykırdı Orestes. “Benim annem o. Bağışlasam olmaz mı?”

Arkadaşı, “Olmaz,” dedi kesin bir sesle. “Apollon böyle buyurdu. Tanrıların sözünden çıkılmaz.”

“Peki,” dedi Orestes. Sonra annesine döndü:

“Hadi, gel benimle.”

Klytaimnestra için yapılacak şey kalmamıştı. Oğlunun ardından saraya girdi.

Orestes dışarı çıktığı zaman, avluda bekleşenler ne yaptığını sormadılar bile ona. Ağızlarını bile açmadan, acıyarak süzdüler delikanlıyı. Orestes onları görmüyordu. Gözleri ötelere takılmıştı. Güçlükle konuştu:

O adamı öldürdüm. Suçum yok bunda. Alçağın biriydi, Ölmedi gerekiyordu. Ama annem… Acaba suçlu muydu, işlemiş miydi bu günahı? Annemi öldürdüm, diyorum size. Ama sebepsiz yere değil. Alçaklık edip babamı öldürmüştü çünkü.”

O korkunç görüntülere dikiliydi gözleri.

“Bakın,” diye bağırdı, “bakın, kadınlar var orada! Saçları karayılanlara benziyor! Kapkara!”

“Sana öyle geliyor,” dediler. “Kadın filân yok burada. Korkma.”

“Görmüyor musunuz?” diye haykırdı Orestes. “Bana öyle gelmiyor. Annem yollamış. Görüyorum onları. Çevremde toplanıyorlar. Kan damlıyor gözlerinden. “Bırakın, bırakın beni.”

Sonra görünmeyen düşmanlarıyla kaçıp gitti oradan.

Ülkesine döndüğünde yıllar geçmişti. Birçok yer dolaşmış, ardından gelen korkunç görüntülerden kurtulamamıştı. Çektiği acı çökertmişti onu; ama her şeyini yitirirken bir kazancı olmuştu. “Acı, çok şeyler öğretti bana,” diyordu. Her günahtan kurtulabilirdi; bunu öğrenmişti bir kere. Annesini öldürdüğü halde tertemiz olabilirdi yeniden. Apollon, Athena’ya yolladı onu; tanrıçaya açılsın istedi. Yalvarmaya gidiyordu, içi güvenle doluydu. Arınmak isteyenler geri çevrilmezlerdi; üstelik yıllardır çektiği acı, suçunun kara lekesini soldurmuştu iyice. “Duyduklarımı tertemiz dudaklarla anlatacağım Athena’ya,” diyordu.

Athena onun yakarışını dinledi. Apollon da delikanlıdan yanaydı: “Yaptıklarından ben sorumluyum,” dedi. “Benim buyruğumla öldürdü.” Orestes’in ardından gelen korkunç görüntüler, Erinys’ler, delikanlıyı suçlu görüyorlardı. Orestes, onların suçlamalarını soğukkanlılıkla dinledi. “Annemin ölümünden Apollon değil, ben sorumluyum,” dedi, “ama suçumun cezasını çektim, arındım.”

Atreus soyundan gelen hiç kimse böyle sözler söylememişti daha önce, suçundan ötürü acı çekerek arınma yolunu aramamıştı. Athena, Orestes’in dileğini kabul etti, öçten yana olan Erinys’leri de öyle bir kandırdı ki, bu bağışlama sonucunda onlar da değiştiler, yakaranları koruyan iyiliksever Eumenid’ler oluverdiler. Delikanlı günahlarından kurtulunca, uzun bir süredir aileyi kasıp kavuran uğursuzluk da yok oldu. Athena’nm tapınağından arınmış olarak çıktı Orestes. Arktık ne o, ne de ondan sonrakiler, geçmişin dayanılmaz gücünün etkisiyle kötü yola sapmayacaklardı. Atreus soyunu saran lanetin sonu gelmişti.

 

Viyana Kuşatmasında Yeni Ayın Başlangıcı “Eylül”

1 Eylül Çarşamba

ÖĞLEDEN önce Kara Mehmed Paşa, Sadrazamın huzuruna gelerek eteğini öpmek şerefine erişti.  Daha sonra Sadrazam metrislere gitti ve bütün maiyetine savaş tabyasının çevresinde yer almalarını, yanından ayrılmamalarını emretti. Bu bakımdan bütün maiyet halkı kendilerine tabya hazırlamağa koyuldular.

Öğle üzeri Vezir Ahmed Paşa kolundaki İslâm savaşçıları, Sivas vilâyeti askerinin karşısında bulunan kale duvarının “Makas” diye adlandırılan kısmının birkaç taşını yerinden çıkarıp Sadrazama getirdiler. Bunun için hayli zengin armağanlar aldılar, öte yandan iki yüz tane kazma, bel, balta ve bomba ganimet alındı.

Gâvurlar, Zağarcıbaşı kolundaki serdengeçtilere* karşı hücuma geçtiler. Fakat ölümden korkmaz serdengeçtilerin karşı hücumuyla karşılaştılar. Yarım saat süreyle öyle zorlu bir kavga oldu ki, tasvir edilemez. Bu dehşetli savaşta İslâm askerinden birkaçı yaralanıp, birazı da öteki dünyaya göç etti. Ancak, cehenneme kovulası gâvurlardan da yirmi kelle ele geçirmeği başardılar. Bu kelleleri tabyasında bulunan Sadrazamın ayağı dibine koydular. Bunun için bütün bu İslâm gâzileri devletlû Sadrazamın gönülden hoşnutluğu ve para keseleriyle dolu armağanlarını aldılar.

Sık sık metrislerde dolaşarak galerilerin başlangıç yerlerinde İslâm askerine vaazlar veren Şeyh Vani Mehmed Efendi, bugün onlara öyle güzel öğütler verip öyle etkili şekilde coşturdu ki, söz söyleme sanatında bilgi sahibi olan herkesin hayretten parmağı ağzında kaldı.

Bugün bir porsiyon arpa yeminin fiyatı kırk paraya çıktı. Ancak getirilen tutsakların anlattığına göre, kaledeki gâvurların arasında da tasvir edilmez derecede bir kıtlık ve anlatılmaz derecede bir yokluk varmış.

İkindiye doğru Arslan Mehmed Paşa kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Üstünde bulunan domuzlar, damlarıyla birlikte yok oldular.

Yeniçeri ağasıyla kul kethüdası ön saflarda galerilerin başladığı kesimde kurulan tabyalarına taşındığı için, yeniçeri ağasının eski tabyasına Reis Efendi, Kul Kethüdasının eski tabyasına da Kethüda Bey geçti.

Yatsı vakti, gâvurlar, sağ kanatta Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa koluna yeniden hücum ettilerse de bir kelle kaybedip geri çekildiler.

Duvar dibindeki şarampolden yığınla direk ele geçirilip huzura getirildi. Getirenler armağan aldılar.

2 Eylül Perşembe

Seherle birlikte incecikten bir yağmur başladı. Her şeyin sahibi Allah, bir an önce dinmesini nasip etsin! Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa kolunda, Deli Bekir Paşa’nın bir aydan beri yer altında adam çalıştırıp hazırlattığı lağım, kırk kantar barut yerleştirilerek bu sabah patlatıldı.

Makas denilen kesimdeki duvarın altına varılmış olduğu sanılıyordu. Ama Allahın takdiri böyleymiş ki, beklenilen etkiyi yapmadı; sadece uç kısımda duvarın bazı yerlerini yıktı. Üstelik lağımın hangi yöne doğru patlamış olduğu da tespit edilemedi. Böylece bunca emek ye bunca gayret boşa gitmiş oldu.

Öğleden önce, gâvurlar, sol kanattaki Vezir Ahmed Paşa koluna karşı hücuma geçtiler. Fakat serden-geçtiler Allah’ın yardımıyla melunları geri püskürttüler. Sadrazamın huzuruna iki gâvur kellesi getirip armağan aldılar.

Viyana Kuşatmasında Kayda Geçen Oluşlar

Bugün haznedar ve musahip Ali Ağa alayla gelip Padişahın yolladığı hilat, mücevherli kılıç ve hançeri Sadrazama getirdi.

Sadrazamın kâhyası mutfakla birlikte daha geceden cennetmekân Sultan Süleyman’ın otağının kurulmuş olduğu yerdeki Kayzer Bahçesine gitti. Sabah erkenden de Sadrazamın kethüdası, bütün Deli, Gönüllü ve müteferrikalarla, Yeğen Hüseyin Bey de tüfekçiler, içoğlanları ve mehterhaneyle yola çıktı.

Sultan Süleyman’ın otağını kurmuş olduğu yerdeki söz konusu bahçeye vardılar. Haznedar Ali Ağa’nın kafilesi karşıdan görünür görünmez hepsi atlanıp alayla karşılamaya çıktılar. Ağa bu bahçede dinlenip yemek yedikten sonra hep birlikte alay düzüp hareket ettiler. Sadrazamın zaman Divan halkının hepsi ve yeniçeri ağasıyla kul kethüdası gölgeliğin başladığı yerden baş çadıra doğru dizilip saf bağladı.

Yazının baş tarafına basmış oldukları yüce turalarına okudu. Sonra fermanı tekrar Sadrazama sundu. O da lir bağrışıp alkış tutarken terrfıanı alıp örttü ve koynuna koydu. Sadrazam, Haznedar Ağa’ya çamur kürklü altın sırma islemeli hilat giydirdi. Sonra da üç direkli çadırının sağ yanında kendisi için özel olarak kurulmuş bulunan küçük çadıra gönderdi. Arkasından devletlû Sadrazam vakarlı bir gurur içinde makam koltuğuna oturup Ali Ağa’nın maiyeti halkından on iki kişinin her birine orta dereceden hilatlar giydirdi.

Yeniçeri ağası, kul kethüdası, defterdar efendi, nişancı, cebecibaşı, topçubaşı ve diğer divan halkıyla yüksek rütbeli kimselerin hepsi Sadrazamın eteğini öpmek şerefine eriştiler. Bundan sonra Sadrazam ayağa kalkıp, çavuşlar bağrışarak alkış tutarken içeri çekildi. Huzurda bulunan öbür kimseler de çadırlarına gittiler. Metrislere gidecek olanlar da oradaki yerlerine vardılar.

Haznedar Ali Aga Yanık önüne geldiği zaman orada Karaman Beylerbeyi Şişman Mehmed Paşa ile Karahisâr-ı Sahib Sancakbeyi Ömer Paşa’nm ardı sıra yürüyüşte olduğunu öğrenmiş. Bunun için oradaki köprülerin muhafazasıyla görevlendirilmiş Budun Beylerbeyi Vezir İbrahim Paşa’nın yanında iki üç gün oyalanmış. Her iki paşa gelip kendisine yetişince birlikte yola koyulmuşlar ve yanlarında üç yüz araba dolusu erzak da getirerek aynı gün orduyu hümayuna varmışlardı.

Şişman Mehmed Paşa burada köprünün korunmasıyla görevlendirilmiş Hızır Paşaya katıldı. Sadrazam bu geceyi metrislerin dışında kendi çıtağında geçirdi. Bütün kollara dikkatli olmaları yolunda buyruk yolladı.

Geceleyin sağ kanatta Kara Mehmed Paşa koluna yüz kadar gâvur baskın yaptı. Ancak Allahın inayetiyle büyük kısmı yok edildi. Öte yandan yine bu gece humbaracı başı bir humbara atışıyla gâvurların şarampolde bulunan bir tabyasını Sadrazam kendisini aferiyle taltif ve birkaç kese al tın vererek gönlünü hoşnut etti.

Allah’ın kendisine zafer nasip eylediği Sadrazam kuşluk vakti Divan topladığı metrise girdi. Sonra yeniçeri ağasının tabyasını, arkasından Defterdar Ahmed Paşa’nın tabyasını görmeye gitti. Metrisleri gözden geçirdi ve tekrar kendi tabyasına döndü.

Sadrazamın huzuruna iki tutsak getirildi. İşe yarar bir şey söylemedikleri için kafaları kesildi. Adadaki metrislere girmiş bulunan bütün kollara, yani Vezir Hızır Paşa, Arslan Mehmed Paşa, Haznedar Haşan Paşa, Emir Mehmed Pasa ve Mısır Sadrazamın buyruğu gönderilip adada uzun süre kalacakları için ağırlıklarının hepsini oraya taşıtmaları bildirildi.

Öğleden sonra iki sipahi, frenk aşıran bir casus yakaladılar. Sadrazamın huzuruna getirilince adam fırıncı olduğunu söyledi. Casusluğu kabul etmemekte direndiği için soruşturmaya devam etmesi için Ases başıya teslim edildi.

 

Troya Savaş Öncesi Kahramanları; Theseus

 

Atina’lı kahramanlar içinde en ünlüsü olan Theseus, kral Aigeus’un oğluydu. Yunanistan’ın güneyindeki bir başka şehirde doğmuş, çocukken babasını hiç görmemişti. Babası daha o doğmadan Atina’ya dönmüştü çünkü ama gitmeden büyük bir taşın altına bir kılıçla bir çift ayakkabı koymuştu. Karısına, “Yakında çocuğumuz olacak, biliyorum,” demişti, “çocukluğunu burada, senin yanında geçirsin. Oğlan olursa, şu taşı kaldıracak çağa gelinceye kadar ayrılmasın bu şehirden. Büyüyüp de bu taşı kaldırdığı zaman altındaki kılıcı alsın, ayakkabıları giysin, Atina’ya gelip beni bulsun.”

Aradan yıllar geçti. Babasını hiç görmeden büyüdü Theoeus. Günün birinde annesi onu taşın yanına götürüp babasının dediklerini anlattı. Theseus hiç zorluk çekmeden kaldırdı taşı. Ayakkabıları giydi, kılıcı kuşandı, gidip babasını görmeye karar verdi. Büyükbabası koca bir gemi hazırlattı, yanma adamlar verdi. Anlaşılan çabucak ün kazanmak istiyordu. Theseus, deniz yolculuğunun kolay, tehlikesiz olduğunu ileri sürerek Atina’ya kara yoluyla gideceğini söyledi. Aklında hep Herakles vardı.

Kendi başından da tehlikeli serüvenler geçsin, adı Herakles’in adı gibi bütün ülkelere yayılsın istiyordu. Annesiyle büyükbabasının yalvarıp yakarmaları para etmedi. Büyükbabası ne kadar, “Gemiyle git, sağ salim Atina’ya varırsın kara yolu soyguncularla, başıbozuklarla dolu,” dediyse de Theseus bu akıllıca sözlere kulak asmadı, tek başına yola çıktı.

Theseus’un büyükbabasının söyledikleri doğruydu. O zamanlar Yunanistan’ı soyguncular sarmıştı. Yolcuları her kayanın ardında, her ağacın gölgesinde bir tehlike beklerdi. Soyguncuların en ünlüleri Skiron, Siniş bir de Prokrustea Skiron, yakaladığı, yolcuya önce ayaklarını yıkatır, sonra onu bir tekmeyle kayalardan aşağı, denize fırlatırdı. Siniş, birini yakaladı mı hemen iki çam ağacını yere eğer, zavallının bir ayağını bir ağaca, bir ayağım da öteki ağaca bağlar, sonra çamları bırakıverirdi. Yolcu hemen parçalanırdı tabii. Prokrustes’in adam öldürmesi ise başka türlüydü. Demirden bir yatağı vardı bu soyguncumun. Yakaladığı yolcuyu o yatağa yatırır, adamcağızın boyu kısaysa kollarından bacaklarından çeke çeke uzatır, işkenceyle canım alırdı. Adamın başıyla bacakları yataktan taşıyorsa, kılıcıyla ‘‘fazlalıkları’’ doğrardı. Yatakla tıpatıp aynı boyda olan birine rastlayıp rastlamadığı bilinmiyor.

Theseus, yoluna çıkan bütün soyguncuları Öldürdü. Skiron’a ayaklarını yıkattı, sonra bir tekmeyle uçurumdan aşağı yuvarladı onu. Sinisi iki çam ağacının arasına gererek paramparça etti. Prokrustes’i de kendi yatağında doğradı. Yunanistan da soygunculardan, haydutlardan temizlenmiş oldu.

Bu kahramanlıklar büyük bir ün sağladı Theseus’a; bütün ülke onun adıyla çalkalanmaya başladı. Delikanlı, Atina’ya vardığı zaman kral Aigeus karşıladı onu. Karşısındakinin kendi oğlu olduğunu bilmeden sarayına çağırdı, bir şölen verdi. Bir yandan da, Theseus’un ününden korkuyor, tahtını elinden alır diye içi içini yiyordu. Medeia da saraydaydı o zamanlar. Korinthos’tan kaçtıktan sonra Atina’ya gelmiş, Aigeus’un gönlünü çelmişti. Büyü yoluyla, Theseus’un kiralın oğlu olduğunu öğrenmişti. Delikanlı, kendisiyle Aigeus’un arasını açar diye çekiniyordu. Gidip kirala, “Bu adamı öldür-sen iyi olacak,” dedi, “belki Şenin yerini almaya kalkar. En iyisi, şölende onu zehirle, kurtul.”

Şölen sırasında Aigeus, içine Şehir damlatılmış bir bardak içki sundu Theseus’a. Theseus, bardağı dudaklarına götüreceği sırada durdu; artık krala, onun oğlu olduğunu göstermenin sırası geldiğini düşünmüş olacak ki kılıcını kınından çekti. Karşısındaki delikanlının kendi oğlu olduğunu anlayan Aigeus, hemen fırlayıp bardağı kaptı onun elinden, içkiyi yere döktü. Sonra. Medeia’yı aradı gökleriyle. Ama Medeia ortalarda yoktu, yine arabasına atladığı gibi kaçmış, bu kere de Asya’ya gitmişti.

Aigeus, Theseus’un kendi öz oğlu olduğunu bildirdi Atinalılara: “Ben Öldükten sonra kiralınız o olacak,” dedi. Halk, böyle yiğit bir delikanlının ileride tahta geçeceğine çok sevindi. Kısa bir süre sonra Theseus, yiğitliğini yeniden göstermek fırsatını buldu.