Mitolojinin Büyük Aileleri Atreus Soyu: “Agamemnon ile Çocukları”

OIympos’da yapılan toplantıda ilk Zeus konuştu; insanlar tanrılara karşı yakışık almayan davranışlarda bulundukları, bir de kendi kötülükleri sonucumda ortaya çıkan şeylerden ölümsüzleri sorumlu tuttukları için iyice çattı. “Agamemnon’un oğlu Orestes tarafından öldürülen Aigisthos’u hepiniz tanırdınız,” dedi. “Agamemnon’un karısını nasıl sevdiğini, sonra onun Troia’dan dönen kocasının nasıl öldürdüğünü hepiniz bilirsiniz. Biz ödevimizi yaptık bu konuda. Hermes’i yollayarak kendisini uyardık. Atreus’un” oğlunun öcü Orestes tarafından alınacak dedik, ama bu dostça öğüdümüz bile onu yolundan çeviremedi. Şimdi cezasını çekiyor.”

İliada’dan alınan bu bölümde Atreus Soyu ilk olarak söz konusu edilmektedir. Odysseia’da, Phaiak’lar ülkesine düşen Odysseus, onlara Hades’te karşılaştığı ölüleri anlatırken içlerinde en çok Agamemnon’a acıdığını söyler. Ona nasıl öldürüldüğünü sorunca, şu karşılığı almıştır: “Sofrada yemek yerken başıma bir balta indi. Algisthos, karımla birleşerek yaptı bunu. Beni evine çağırdı, sofrada öldürdü. Adamlarımı da öldürdü birer birer. Çarpışmada, savakta ölenleri görmüşsündtir; ama kimse bizim gibi şarap çanaklarının, donanmış sofralann yanında, bir şölende ölme-miştir. Kassandra’nm çığlığını duydum. Klytaimnestra onu üstümde öldürdü. Ellerimi uzatmaya çalıştım ama olmadı, ölüyordum.”

İlk anlatılan öyküde, Agamemnon, karısının sevgilisi, tarafından öldürülür. Yüzyıllar sonra, İsa’dan önce 450’de Aiskhylos’un yazdığı oyun ise oldukça değişiktir, öc, tutku gibi çeşitli duyguları işleyen bu büyük oyunda Agamemnon, bir kadınla bir erkek arasındaki yasak sevgi yüzünden değil, öz kızını öldürdüğü için ölür. Bir annenin sevgisi, içinde beslediği öc duygusu, onu ölüme sürükler. Aigisthos silik kalır. Klytaimnestra’dır önemli olan.

Atreus’un iki oğlu, Troia’daki Yunan kuvvetlerinin komutanı Agamemnon ile Helena‘nın kocası Menelaos apayrı yaşadılar; sonları da birbirine benzemedi, önceleri kardeşi kadar ün kazanamayan Menelaos, sonraları yükseldi. Troia düştükten sonra karısını da geri aldı. Athena’nın yolladığı rüzgârla Mısır’a kadar sürüklendi gemisi, ama sonunda sapar sağlam yurduna döndü, Helena’yla mutluluk içinde yaşadı.

Troia düştüğü zaman, komutanlar arasında Agamemnon kadar talihlisi yoktu, öteki gemileri uzak ülkelere sürükleyen fırtınadan sapasağlam çıkmıştı gemisi. Şehrine girdiği zaman bütün tehlikeleri atlatan şanlı bir önder gözüyle bakıyorlardı kendisine. Karaya ayak bastığını duymayan kalmamıştı onun. Agamemnon, parlak bir savaştan sonra evine kavuşan en başarılı komutandı.

Kendisini karşılayanlar arasında kafalarından iyi şeyler geçmediği yüzlerinden belli olan kişiler vardı yine de. ‘‘Çevresini kötülük sarmış Agamemncn’un,’’ diyorlardı. “Saray eski saray değildi artık. Dili olsa da söylese.”

Sarayın önünde krallarını bekleyen büyükler, daha da karamsardı. Alçak sesle, çok iyi hatırladıkları geçmişi konuşuyorlardı. Babasına bütün yüreğiyle inanan küçük, temiz Iphigeneia geliyordu akıllarına, hançerlere, katı yüzlere bırakılan o güzel kız… Agamemnon kendi istememişti bunu; Troiaya yelken açmak için tatlı bir yel bekleyen orduya söz geçirememişti. Yine de bu kararda, babadan oğula geçen o korkunç kanın etkisi vardı. Yaşlılar lanet denen şeyi biliyorlardı.

Kan susuzluğu
İçlerine işlemiş.
Yeni kanlar akıtıyor
Eski yaralar kapanmadan.

Iphigeneia öleli on yıl olmuştu, ama bu ölümün sonuçları o güne kadar kalmıştı. Her günahın yeni bir günah doğurduğunu biliyordu yaşlılar. Belki de bir şey olmaz diye avunmak boşunaydı; biliyorlardı, öç saraya girmişti bile, Agamemnonü bekliyordu.

Kızının öldürüldüğü Aulis’ten döneliberi, kıraliçe Klytaimnestra’nm içine öc duygusu yerleşmişti. Çocuğunu öldüren kocasına bağlı kalmadı, kendine bir sevgili buldu. Herkes biliyordu bunu; Agamemnon’un döndüğü haberi saraya ulaştığında Klytaimnestra’nın sevgilisini yollamadığını da biliyorlardı. Sarayda neler dönüyordu acaba? Kara kara düşünürlerken kiralın arabası avluya girdi. Çok güzel, tuhaf görünüşlü bir de kız vardı arabada. Herkes sevinç çığlıkları atıyordu. Nöbetçiler selâm dururken büyük evin kapıları açıldı. Eşikte kraliçe göründü.

Yüksek sesle başarısının sürmesi için tanrılara yakarıyordu kral. Kraliçe ona doğru ilerledi. Yüzü ışıl ışıl, başı dikti. Agamemnon’dan başka orada bulunan herkes, kocasını aldattığını biliyordu onun; yine de böyle bir durumda sevgiden, özlemden söz açmak gerekirdi Coşkun sözlerle kocasını karşıladı Klytaimnestra. “Sen bizim güvencimizsin,” dedi; “güçlü koruyucum uzsun. Seni görmek, azgın bir fırtınadan sonra denizcinin karayı görmesi, susuz yolcunun gür pınarlara varması gibi bir şey.”

Agamemnon aşırılığa kaçmadan karşılık verdi karısına, sonra saraya doğru yürüdü. Arabadaki kızı gösterdi Priamos’un kızı Kassandra’ydı bu kız. Karısına, onu ordunun kendisine armağan ettiğini söyledi. Tutsak kızların en alımlısıydı Kassandra. Klytaimnestra ona iyi davranmalıydı. Bu sözlerden sonra karı-koca saraya girdiler, kapılar bir daha açılmamacasına kapandı arkalarından.

Kalabalık dağılmıştı; sessiz yapının, kapalı kapıların önünde tedirgin yaşlılar bekleşiyordu yalnız. Garip bakışlarla tutsak prensesi süzüyorlardı. Sözlerine kimsenin inanmadığı bir bakıcı olduğunu duymuşlardı onun; söyledikleri sonradan hep çıkarmış. Korku içinde onlara döndü prenses, nereye getirilmiş olduğunu sordu. Yanlılar onu yatıştırmak istediler; bu evde Atreus’un oğlunun oturduğunu söylediler. “Tanrının nefret ettiği ev bu!” diye haykırdı Kassandra. “İnsanların öldürüldüğü, döşemelerin kanla kızardığı bir ev!” Yaşlılar şaşkınlıkla, korkuyla birbirlerine baktılar. Onların düşündüklerini bu yabancı nereden biliyordu? “Çocukların ağlayışını duyuyorum,” diye inledi Kassandra.

“Kanayan yaralar için ağlıyorlar,
Bir baba şölen sofrasında.
Yediği et kendi çocuklarının eti ”

Thyestes’le oğulları… Nerden duymuştu bunu? Çılgınca sözler dökülüyordu kızın dudaklarından. Sanki bu evde yıllar boyunca olup bitenleri, işlenen günahları kendi gözleriyle görmüştü. Sonra geleceği söyledi Kassandra. O gün iki kişi daha öldürülecekti  biri kendisivdi. “ölümü bekleyeceğim,” diyerek saraya doğru ilerledi. O uğursuz eve girmesine engel olmaya çalıştılar, ama boşunaydı. Kapılar onun da üstüne kapandı. Bir süre sessizlik kapladı her yanı; sonra acı çeken bir adamın sesi duyuldu ansızın: “Tanrım! Vuruldum!” Sonra yine sessizlik.

Yaslılar korku içinde btrbirlerin’e sokuldular. Kiralın sesiydi bu. Ne yapsalardı? “Kapıyı kırın! Çabuk! Çabuk!” diye bağırırlarken kapılar açıldı. Kraliçe eşikte duruyordu.

Elbisesi, elleri, yüzü, koyu kan lekeleriyle kaplanmıştı Klytaimnestra’nın. Kendine güvenir bir hali vardı yine de. “Kocam ölü yatıyor içeride,” dedi, “kendi elimle cezasını verdim.” Elbisesinde, yüzünde onun kanının leke1 eri duruyordu işte. Kendini savunacak değildi. Çocuğunu öldüreni öldürmüştü, o kadar.

Sevgilisi gelip yanında durdu. Thyestes’in en küçük oğlu Aigisthos, o korkunç şölenden sonra doğmuştu. Agamemton’a kin beslemezdi, ama çocukları öldürterek şölen sofrasına koyan Atreus ölü olduğuna göre, cezayı oğlu çekmeliydi.

Kraliçeyle sevgilisi kötülüğe kötülükle son verilmeyeceğini bilirlerdi. Yine de, bu ölümün yeni kötülükler doğuracağını akıllarına bile getirmediler. “Artık ikimiz de kan dökmeyeceğiz,” dedi Klytaimnestra. “Bundan böyle ülkeyi biz yöneteceğiz. Her şey yoluna girecek.” Boş bir umuttan başka neydi ki bu? Iphigeneia’nm iki kardeşi vardı. Elektra adlı bir kızla Orestes adlı bir delikanlı. Orestes orada olsaydı, Aigisthos ne yapar yapar öldürürdü onu; ama delikanlı güvenilir bir dos-tun yanma yollanmıştı. Kızı Öldürmeyi Aigisthos kendine yakıştıramadı, ona acı çektirmekle yetindi. Tek umudu vardı Elektra’nın: bir gün Orestes gelip babalarının öcünü alırdı belki. Aigisthos ölmeliydi, ama onun suçu annesininkinin yanında ne kadarcık kalıyordu ki? Babanın öcünü almak için anneyi öldürmek doğru muydu? Uzun yıllar boyunca, Klytaimnestra ile Aigisthos egemenliklerini sürdürürlerken, günlerini hep acı acı düşünerek geçirdi Elektra.

Orestes daha da büyüyüp kılıç kullanacak çağa gelince, durumunun ne kadar güç olduğunu anladı. Bir oğulun babasını öldürenleri öldürmesi, en başta gelen ödeviydi. Ama annesini öldüren insana ölümlüler de, ölümsüzler de canavar gözüyle bakarlardı. En kutsal ödevi, en büyük suçla sıkı sıkıya bağlanmıştı. Doğru olanı yapmak “isterken, iki kötü yoldan birini seçmek zorunda kalacaktı: ya babasını unutacak, ya annesini öldürecekti.

İçini yakan kuşkuya dayanamayarak yola çıktı Orestes. Delphoi’ye gidip Apollon’a akıl danışacaktı. Duru sesiyle tanrı ona yol gösterdi:

öldürenleri öldür.
ölüme ölümle karşılık ver,
Eski kanlara, kanla.       

Orestes anlamıştı artık. Demek uğursuzluk onun da başındaydı. Kendi sonunu düşünmeden öç alması gerekiyordu. Çocukluğundan beri görmediği evine gitmek için yola çıktı; arkadaşı Pylades de yanındaydı. İkisi birlikte büyümüşlerdi, öyle her arkadaşlıkta rastlanmayan bir sevgiyle bağlıydılar birbirlerine. Elektra bilmiyordu onların geleceğini, ama umudunu kesmemişti.

Bir gün babasının mezarına varıp sunular sundu, tanrılara yakarmaya başladı: “N’olur, evine yollayın Orestes’i.” İşte o sırada Orestes belirdi yanıbaşında. “Ben senin kardeşinim,” dedi. “Bak, işte ayrılırken örüp bana verdiğin pelerin.”

Elektra inanmıştı bile. “Yüzün tıpkı babamın yüzü.” diye haykırdı. Sonra acı yıllar boyunca kimsenin kendisinden istemediği sevgiyi sundu kardeşine.

Hepsi, hepsi senin simdi,
Ölen babama duyduğum sevgi,
Anneme verebileceğim sevgi,
Zavallı “kardeşimin sevgisi, zalimce öldürülen,
Hepsi senin şimdi, yalnız senin.

Orestes o kadar düşünceliydi ki, kardeşinin dediklerini duymadı bile. Onun sözünü keserek içini döktü, yüreğini yakan düşünceleri açtı. Üçü bir olup, neler yapacaklarını tasarladılar. Orestes’le Pylades, saraya giderek, Orestes’in ölüm haberini vereceklerdi. Klytaimnestra ile Aigisthos çok sevineceklerdi buna, habercileri görmek isteyeceklerdi. Bir kere saraya girsinler, gerisi kolaydı. Böyle birdenbire ortaya çıkışları kraliçeyi öyle şaşırtacaktı ki… İki arkadaş, kılıçlarına güveniyorlardı.

Saraya alındılar. Bir süre sonra kapılar ağır ağır açıldı. Klytaimnestra çıktı, merdivenin başında kıpırdamadan durdu. Ansızın bir gürültü koptu içeride. Tutsaklardan biri dışarı fırlayıp, “Efendimiz,” diye bağırdı, “aldattılar sizi! Orestes burada… İşte!” O zaman her şeyi anladı Klytaimnestra. Bir balta getirmesini buyurdu tutsağa. Kendisi savunmaya kararlıydı, ama baltayı eline alınca vazgeçti bundan. Kılıçlı bir delikanlı gelmişti yanma. Kılıçtaki kanın kimin kanı olduğunu anladı, kabzayı tutan eli tanıdı. Birden başka bir şey geldi akima. Kendini başka türlü savunacaktı. Karşısındaki adamın annesi değil miydi? “Dur oğlum,” dedi ona, “göğsüme bak. Kaç kere başını oraya dayıyarak uyumuştun. Da-”” ha dişlerin çıkmamışken, küçücük ağzınla süt emdin göğsümden, öyle büyüdün…”

“Ah, Pylades!” diye haykırdı Orestes. “Benim annem o. Bağışlasam olmaz mı?”

Arkadaşı, “Olmaz,” dedi kesin bir sesle. “Apollon böyle buyurdu. Tanrıların sözünden çıkılmaz.”

“Peki,” dedi Orestes. Sonra annesine döndü:

“Hadi, gel benimle.”

Klytaimnestra için yapılacak şey kalmamıştı. Oğlunun ardından saraya girdi.

Orestes dışarı çıktığı zaman, avluda bekleşenler ne yaptığını sormadılar bile ona. Ağızlarını bile açmadan, acıyarak süzdüler delikanlıyı. Orestes onları görmüyordu. Gözleri ötelere takılmıştı. Güçlükle konuştu:

O adamı öldürdüm. Suçum yok bunda. Alçağın biriydi, Ölmedi gerekiyordu. Ama annem… Acaba suçlu muydu, işlemiş miydi bu günahı? Annemi öldürdüm, diyorum size. Ama sebepsiz yere değil. Alçaklık edip babamı öldürmüştü çünkü.”

O korkunç görüntülere dikiliydi gözleri.

“Bakın,” diye bağırdı, “bakın, kadınlar var orada! Saçları karayılanlara benziyor! Kapkara!”

“Sana öyle geliyor,” dediler. “Kadın filân yok burada. Korkma.”

“Görmüyor musunuz?” diye haykırdı Orestes. “Bana öyle gelmiyor. Annem yollamış. Görüyorum onları. Çevremde toplanıyorlar. Kan damlıyor gözlerinden. “Bırakın, bırakın beni.”

Sonra görünmeyen düşmanlarıyla kaçıp gitti oradan.

Ülkesine döndüğünde yıllar geçmişti. Birçok yer dolaşmış, ardından gelen korkunç görüntülerden kurtulamamıştı. Çektiği acı çökertmişti onu; ama her şeyini yitirirken bir kazancı olmuştu. “Acı, çok şeyler öğretti bana,” diyordu. Her günahtan kurtulabilirdi; bunu öğrenmişti bir kere. Annesini öldürdüğü halde tertemiz olabilirdi yeniden. Apollon, Athena’ya yolladı onu; tanrıçaya açılsın istedi. Yalvarmaya gidiyordu, içi güvenle doluydu. Arınmak isteyenler geri çevrilmezlerdi; üstelik yıllardır çektiği acı, suçunun kara lekesini soldurmuştu iyice. “Duyduklarımı tertemiz dudaklarla anlatacağım Athena’ya,” diyordu.

Athena onun yakarışını dinledi. Apollon da delikanlıdan yanaydı: “Yaptıklarından ben sorumluyum,” dedi. “Benim buyruğumla öldürdü.” Orestes’in ardından gelen korkunç görüntüler, Erinys’ler, delikanlıyı suçlu görüyorlardı. Orestes, onların suçlamalarını soğukkanlılıkla dinledi. “Annemin ölümünden Apollon değil, ben sorumluyum,” dedi, “ama suçumun cezasını çektim, arındım.”

Atreus soyundan gelen hiç kimse böyle sözler söylememişti daha önce, suçundan ötürü acı çekerek arınma yolunu aramamıştı. Athena, Orestes’in dileğini kabul etti, öçten yana olan Erinys’leri de öyle bir kandırdı ki, bu bağışlama sonucunda onlar da değiştiler, yakaranları koruyan iyiliksever Eumenid’ler oluverdiler. Delikanlı günahlarından kurtulunca, uzun bir süredir aileyi kasıp kavuran uğursuzluk da yok oldu. Athena’nm tapınağından arınmış olarak çıktı Orestes. Arktık ne o, ne de ondan sonrakiler, geçmişin dayanılmaz gücünün etkisiyle kötü yola sapmayacaklardı. Atreus soyunu saran lanetin sonu gelmişti.

 

Mitoloji’nin Büyük Aileleri Atreus Soyundan: “Tantalos ile Niobe”

Tantalos, Zeus’un oğluydu; babasının bütün öteki ölümlü çocuklarından daha çok değer verilirdi ona. Tanrılar onun kendi sofralarında oturmasına göz yumar, ölümlülere yasak olan Ambrosia’yla Nektar’dan yiyip içmesine bir şey demezlerdi. Bu kadarla kalsa yine iyi bir keresinde sarayında verdiği bir şölene gittiler, onun sofrasına oturmak alçakgönüllülüğünü gösterdiler. Ama o, karşılık olarak taunlara öyle kötü davrandı kİ, hiçbir ozan ondan yana çıkmadı bir daha. Tantalos, tek oğlu Pelops’u öldürttü, büyük bir kazanda kaynattırdı, sonra da tanrıların önüne yemek diye koydu. Herhalde öylesine nefret ediyordu ki tanrılardan, onları yamyam durumuna düşürmek için biricik oğlunu bile gözden çıkarmıştı. Belki de o saygıdeğer tanrıları aldatmanın ne kadar kolay olduğunu akla gelmeyecek bir oyunla göstermek istemiştir… Ölümsüzleri o kadar küçük, kendini o kadar büyük görüyordu ki, konuklarının önlerine konulan yemeğin ne olduğunu anlayabileceklerini düşünememişti.

Düpedüz aptallık etmişti Tantalos. Olympos’lular anlamazlar mı hiç? Korkunç yemeğe ellerini bile sürmediler; kendilerine bu oyunu oynayanı Öyle bir cezaya çarptıracaklardı ki, bunu duyanlar bir daha onları küçümsemeye yeltenemeyeceklerdi. Hades’in göllerinden birine yerleştirdiler Tantalos’u. Tantalos, susuzluğunu gidermek için göle her eğilişinde sular çekiliyor, doğrulduğu zaman da dizlerine kadar yükseliyordu. Gölün üstünde yemiş ağaçlarının armutlardan, – narlardan, al al elmalardan, sulu incirlerden ağırlaşmış dalları sarkıyordu. Tantalos, bir yemiş koparmak için elini uzatmaya görsün, rüzgâr hemen dalları savuruyordu. Böyle kalmaya mahkûmdu; kuru boğazı, aç karnıyla sonsuza kadar yaşayacaktı.

Tanrılar, Pelops’u yeniden canlandırdılar; ama fildişinden bir kol yapmak zorunda kaldılar ona, Tanrıçalardan biri bazılarına göre Demeter, bazılarına göre ise, Thetis bilmeyerek o iğrenç yemekten yemişti. Çocuğun parçaları bir araya getirilince, bir omuzun eksik olduğu görüldü. Ne olacak ölümsüzler bunun da bir kolayını buluverdiler.

Pelops’un korkunç öyküsü, katılığını yitirmeden günümüze kadar gelmiştir. Sonraları Yunanlılar bu öyküden hoşlanmamışlardı. Pindaros, Gerçeği yalanla değiştiren bir öykü bu insan etini hiç yer mi kutsal tanrılar diyor. Her neyse… Pelops’un hayatı bu olaydan sonra mutluluk içinde geçti. Tantalos’un soyundan gelenler arasında başı derde girmeyen tek kişi o oldu. Birçok kimsenin ölümüne sebep olan Hippodameia’ya tutulduğu halde…

Hippodameia’nın babasının çok güzel bir çift atı vardı. Onları kirala Ares vermişti; bu yüzden bütün ölümlü hayvanlardan üstündü o atlar. Kıra], kızını evlendirmek istemezdi; ne zaman onunla evlenmek isteyen bir genç çıkagelse, önce babasıyla yarışmak zorunda kalırdı. Yarışı kazanırsa Hippodameia’yı alır, kaybederse canını verirdi. Böylece bir sürü yiğit güzel Hippodameia’nın uğruna can verdi.

Pelops bunu bilmiyor değildi; değildi ama tehlikeyi göze aldı. Poseidon’un armağanı olan atlarına güveniyordu. Yarışı kazandı. Bu başarıda atlarının olduğu kadar Hippodameia’nın da parmağı vardı. Genç kız, ya Pelops’a tutulmuş, ya da artık bu yarışlara bir son verme zamanının geldiğine inanmış olacak ki babasının arabacısı Myrtilos’u parayla kandırdı. Myrtilos, kralın arabasının tekerleklerini gevşetince yarışı Pelops kazandı. Sonraları, kendisinin Hippodameia’yla evlenmesini sağlayan arabacıyı öldürttü Pelops. Bazıları aileyi kasıp kavuran felâketlere asıl bu davranışın sebep olduğunu söylerler; ama yazarların çoğuna göre, torunlarına uğursuzluk getiren, Tantalos’dur.

Bu soydan gelen kimse, Tantalos’un kızı Niobe’ninki kadar korkunç bir cezaya çarpıtılmamıştır. Oysa herkes, tanrıların, kardeşi Pelops’a davrandıkları gibi davranacaklarını sanmıştı ona. Evlilik hayatında mutluydu Niobe. Kocası Amphion, Zeus’un oğluydu. Lyra çalmada kimse yanşamazdı onunla. Amphion, bir keresinde ikiz kardeşi Zethos’la birleşerek Thebai’nin çevresine yüce bir duvar çekmişti. Güçlü kuvvetli bir adamdı Zethos, kardeşinin sporla değil de, sanatla uğraşmasını küçümserdi. Ama iş duvarı yapmak için kaya bulmaya gelince, kardeşi kendisinden baskın çıktı. Lyra’ından öyle büyüleyici ezgiler çıkarttı ki, içlenen taşlar, onun ardından taa Thebai’ye kadar geldiler.

Thebai’de Amphion’la Niobe, uzun bir süre mutluluk içinde egemenliklerini sürdürdüler. Ama Tantalos’un küstahlığı, Niobe’nin içine yerleşmişti bir kere. Pelops’un kardeşi, kendisini bütün ölümlülerden üstün görüyordu. Zengindi, soyluydu, güçlüydü. Yedi tane yiğit, yakışıklı oğul, yedi tane de birbirinden güzel kız doğurmuştu. Tanrılara babası gibi gizliden gizliye değil, açık açık meydan okumayı koymuştu aklına.

Thebai halkına, kendine tapınmalarını söyledi bir gün. “Leto benim yanımda nedir ki?” dedi. “Topu topu iki çocuğu var: Apollon’la Artemis. Benimkiler onların yedi katı. Üstelik ben kraliçeyim. O ise Delos’a sığınıncaya kadar, yersiz yurtsuz gezginin biriydi. Artık Leto’ya değil, bana tapacaksınız.”

Kendi gülleriyle bası dönenlerin kızgınlıkla söyledikleri sözler gökyüzünde hemen duyulur. Çok geçmeden Apollon’la Artemis, Thebai’ye geldiler, bir vuruşta Niobe’nin bütün çocuklarını yere serdiler. Niobe, yas içinde, o genç, güçlü gövdelerin yanma çöktü. Yüreği taş kesilmişti sanki. Gözlerinden oluk gibi yaşlar akıyordu. Tanrılar, gece gündüz ağlayan bir taş parçasına çevirdiler onu.

Pelops’un iki oğlu oldu: Atreusla Thyestes. Uğursuzluk bütün gücüyle onları da sardı. Thyestes ne yapıp yapıp kardeşinin karısını elde etti. Atreus, kardeşiyle karısının seviştiklerini anlayınca, akla gelmeyecek kadar korkunç bir ceza düşündü. Thyestes’in iki küçük çocuğunu öldürüp parça parça doğrattı, kaynattırdı, babalarının önüne yemek diye koydu.

Kardeşi kral olduğu için Thyestes’in elinden bir şey gelmedi. Atreus’un çocuklarıyla torunları, bu davranışın cezasını çektiler.