Mitoloji Ailelerinden Thebai Soyundan Antigone

İokaste’nin ölümünden sonra Oidipus tahttan çekildi. Yerine büyük oğlu Polyneikes’in geçmesi gerekiyordu. Ama o da kral olmak istemeyince Thebai’liler tahta Iokaste’nin kardeşi Creon’u geçirdiler. Bir süre çocuklarıyla birlikte Thebai’de yaşadı Oidipus. Oğulları Polyneikes ile Eteokles büyümüş, birer delikanlı olmuşlardı. Kızları Antigone İle Ismene ise artık kadınlık çağma basmak üzereydiler.

Aradan yıllar geçti. Thebai’liler bir gün eski kralların aralarında görmek istemediklerini söylediler. Oidipus, yanma Antlgone’yi alarak şehirden ayrıldı. Ismene, Thebal’do kalıp babasına, onu ilgilendiren haberleri gönderecekti.

Oidipus gittikten sonra oğulları taht kavgasına başladılar. İkisi de, kendisinin kral olması gerektiğini ileri sürüyordu. Sonunda Polyneikes, Argos’a kaçtı. Orada bir ordu toplayarak Thebai’ye saldırmaya hazırlandı.

Bu arada, Oidipus ile Antigone, Kolonos’a gelmişlerdi, ömrünün son günlerini mutluluk içinde geçirdi Oidipus; ölürken de tanrıların kendisini bağışladıklarını öğrendi.

Tanrıların bu iyi haberini getiren Ismene, babasının ölümünden sonra Antigone’yi alarak Thebai’ye döndü.

iki kardeş, şehre vardıkları zaman Polyneikes ile Eteokles’in savaşmak üzere olduğunu gördüler. Büyük bir ordu toplamıştı Polyneikes; askerlerin başında kendisinden başka altı komutan daha vardı. Komutanlardan biri Argos kıralı Adrastos’tu. Adrastos’un kardeşi Eriphyle’nin kocası olan Amphiaraos da katılıyordu savaşa. Usta bir bakıcı olan Amphiaraos, içlerinde Adrastos’tan başka kimsenin kurtulamayacağım biliyordu. Bu yüzden Thebai kuşatmasına katılmak istememişti, ama Polyneikes, Harmonia’nın değerli gerdanlığını Eriphy’ye vererek kadıncağızı kandırmış, Amphiaraos’un gelmesini bu yoldan sağlamıştı.

Yedi komutan, Thebai’nin yedi kapısına saldırdılar. Eteokles, kardeşinin saldırdığı kapıyı koruyordu. Antigone ile Ismene ise, sarayda, hangisinin ölüm haberinin daha önce geleceğini bekliyorlardı.

İlk ölen, Kreon’un küçük oğlu Menoikeus oldu. Teiresias, Kreon’a, oğlu ölmezse Thebai’nin kurtulamayacağını söylemişti. Oğluna kıyamayan Kreon da, Menoikeus’a kaçıp gitmesini söylemişti şehirden. Menoikeus, korkaklar gibi kaçıp gitmektense yiğitçe çarpışmayı daha uygun buldu. Daha kılıç tutmayı bile beceremediği için kısa zamanda öldü.

Savaşın uzayıp gitmesinden bıkan komutanlar, aralarında bir karara vardılar. Polyneikes ile Eteokles teke tek çarpışacaklardı. İkisinden hangisi ölürse, onun tuttuğu taraf yenik sayılacaktı. Ama akıllarına bile getirmedikleri bir şey oldu. Kardeşlerin ikisi de öldü.

Savaş sona ermişti artık. Thebai’ye saldıran yedi komutandan Adrastos, canını kurtarabilmişti. Kral Kreon, düşman ölülerinin gömülmemelerini buyurdu. Gömülmeyen ölüler Hades’e giremeyecek, acı içinde dolaşıp duracaklardı.

Antigone, Kreon’un buyruğunu yerine getirmedi. Eteokles gibi, kardeşi Polyneikes’in de gömülmesini istiyordu. Gizlice düşman ölülerinin bulunduğu yere gitti. Kardeşini gömdü. Yakalansa bile aldırmazdı artık.

Ölüleri bekleyen nöbetçiler, Oidipus’un kızını yakalayınca Kreon’a haber saldılar. Kreon, öfkeyle geldi. “Buyruğumu bilmiyor muydun?” diye sordu Antigone’ye “Biliyordum,” diye cevap verdi Antigone.

“Neden yasaları çiğnedin öyleyse?”

“Senin yasan bu. Tanrıların yasası değil. Haklı bir yasa değil,” dedi Antigone. Ismene ne kadar çalıştıysa olmadı; bir ölümlünün koyduğu yasayı çiğneyen Antigone öldürüldü.

 

 

Mitoloji’nin Büyük Aileleri Atreus Soyundan: “Tantalos ile Niobe”

Tantalos, Zeus’un oğluydu; babasının bütün öteki ölümlü çocuklarından daha çok değer verilirdi ona. Tanrılar onun kendi sofralarında oturmasına göz yumar, ölümlülere yasak olan Ambrosia’yla Nektar’dan yiyip içmesine bir şey demezlerdi. Bu kadarla kalsa yine iyi bir keresinde sarayında verdiği bir şölene gittiler, onun sofrasına oturmak alçakgönüllülüğünü gösterdiler. Ama o, karşılık olarak taunlara öyle kötü davrandı kİ, hiçbir ozan ondan yana çıkmadı bir daha. Tantalos, tek oğlu Pelops’u öldürttü, büyük bir kazanda kaynattırdı, sonra da tanrıların önüne yemek diye koydu. Herhalde öylesine nefret ediyordu ki tanrılardan, onları yamyam durumuna düşürmek için biricik oğlunu bile gözden çıkarmıştı. Belki de o saygıdeğer tanrıları aldatmanın ne kadar kolay olduğunu akla gelmeyecek bir oyunla göstermek istemiştir… Ölümsüzleri o kadar küçük, kendini o kadar büyük görüyordu ki, konuklarının önlerine konulan yemeğin ne olduğunu anlayabileceklerini düşünememişti.

Düpedüz aptallık etmişti Tantalos. Olympos’lular anlamazlar mı hiç? Korkunç yemeğe ellerini bile sürmediler; kendilerine bu oyunu oynayanı Öyle bir cezaya çarptıracaklardı ki, bunu duyanlar bir daha onları küçümsemeye yeltenemeyeceklerdi. Hades’in göllerinden birine yerleştirdiler Tantalos’u. Tantalos, susuzluğunu gidermek için göle her eğilişinde sular çekiliyor, doğrulduğu zaman da dizlerine kadar yükseliyordu. Gölün üstünde yemiş ağaçlarının armutlardan, – narlardan, al al elmalardan, sulu incirlerden ağırlaşmış dalları sarkıyordu. Tantalos, bir yemiş koparmak için elini uzatmaya görsün, rüzgâr hemen dalları savuruyordu. Böyle kalmaya mahkûmdu; kuru boğazı, aç karnıyla sonsuza kadar yaşayacaktı.

Tanrılar, Pelops’u yeniden canlandırdılar; ama fildişinden bir kol yapmak zorunda kaldılar ona, Tanrıçalardan biri bazılarına göre Demeter, bazılarına göre ise, Thetis bilmeyerek o iğrenç yemekten yemişti. Çocuğun parçaları bir araya getirilince, bir omuzun eksik olduğu görüldü. Ne olacak ölümsüzler bunun da bir kolayını buluverdiler.

Pelops’un korkunç öyküsü, katılığını yitirmeden günümüze kadar gelmiştir. Sonraları Yunanlılar bu öyküden hoşlanmamışlardı. Pindaros, Gerçeği yalanla değiştiren bir öykü bu insan etini hiç yer mi kutsal tanrılar diyor. Her neyse… Pelops’un hayatı bu olaydan sonra mutluluk içinde geçti. Tantalos’un soyundan gelenler arasında başı derde girmeyen tek kişi o oldu. Birçok kimsenin ölümüne sebep olan Hippodameia’ya tutulduğu halde…

Hippodameia’nın babasının çok güzel bir çift atı vardı. Onları kirala Ares vermişti; bu yüzden bütün ölümlü hayvanlardan üstündü o atlar. Kıra], kızını evlendirmek istemezdi; ne zaman onunla evlenmek isteyen bir genç çıkagelse, önce babasıyla yarışmak zorunda kalırdı. Yarışı kazanırsa Hippodameia’yı alır, kaybederse canını verirdi. Böylece bir sürü yiğit güzel Hippodameia’nın uğruna can verdi.

Pelops bunu bilmiyor değildi; değildi ama tehlikeyi göze aldı. Poseidon’un armağanı olan atlarına güveniyordu. Yarışı kazandı. Bu başarıda atlarının olduğu kadar Hippodameia’nın da parmağı vardı. Genç kız, ya Pelops’a tutulmuş, ya da artık bu yarışlara bir son verme zamanının geldiğine inanmış olacak ki babasının arabacısı Myrtilos’u parayla kandırdı. Myrtilos, kralın arabasının tekerleklerini gevşetince yarışı Pelops kazandı. Sonraları, kendisinin Hippodameia’yla evlenmesini sağlayan arabacıyı öldürttü Pelops. Bazıları aileyi kasıp kavuran felâketlere asıl bu davranışın sebep olduğunu söylerler; ama yazarların çoğuna göre, torunlarına uğursuzluk getiren, Tantalos’dur.

Bu soydan gelen kimse, Tantalos’un kızı Niobe’ninki kadar korkunç bir cezaya çarpıtılmamıştır. Oysa herkes, tanrıların, kardeşi Pelops’a davrandıkları gibi davranacaklarını sanmıştı ona. Evlilik hayatında mutluydu Niobe. Kocası Amphion, Zeus’un oğluydu. Lyra çalmada kimse yanşamazdı onunla. Amphion, bir keresinde ikiz kardeşi Zethos’la birleşerek Thebai’nin çevresine yüce bir duvar çekmişti. Güçlü kuvvetli bir adamdı Zethos, kardeşinin sporla değil de, sanatla uğraşmasını küçümserdi. Ama iş duvarı yapmak için kaya bulmaya gelince, kardeşi kendisinden baskın çıktı. Lyra’ından öyle büyüleyici ezgiler çıkarttı ki, içlenen taşlar, onun ardından taa Thebai’ye kadar geldiler.

Thebai’de Amphion’la Niobe, uzun bir süre mutluluk içinde egemenliklerini sürdürdüler. Ama Tantalos’un küstahlığı, Niobe’nin içine yerleşmişti bir kere. Pelops’un kardeşi, kendisini bütün ölümlülerden üstün görüyordu. Zengindi, soyluydu, güçlüydü. Yedi tane yiğit, yakışıklı oğul, yedi tane de birbirinden güzel kız doğurmuştu. Tanrılara babası gibi gizliden gizliye değil, açık açık meydan okumayı koymuştu aklına.

Thebai halkına, kendine tapınmalarını söyledi bir gün. “Leto benim yanımda nedir ki?” dedi. “Topu topu iki çocuğu var: Apollon’la Artemis. Benimkiler onların yedi katı. Üstelik ben kraliçeyim. O ise Delos’a sığınıncaya kadar, yersiz yurtsuz gezginin biriydi. Artık Leto’ya değil, bana tapacaksınız.”

Kendi gülleriyle bası dönenlerin kızgınlıkla söyledikleri sözler gökyüzünde hemen duyulur. Çok geçmeden Apollon’la Artemis, Thebai’ye geldiler, bir vuruşta Niobe’nin bütün çocuklarını yere serdiler. Niobe, yas içinde, o genç, güçlü gövdelerin yanma çöktü. Yüreği taş kesilmişti sanki. Gözlerinden oluk gibi yaşlar akıyordu. Tanrılar, gece gündüz ağlayan bir taş parçasına çevirdiler onu.

Pelops’un iki oğlu oldu: Atreusla Thyestes. Uğursuzluk bütün gücüyle onları da sardı. Thyestes ne yapıp yapıp kardeşinin karısını elde etti. Atreus, kardeşiyle karısının seviştiklerini anlayınca, akla gelmeyecek kadar korkunç bir ceza düşündü. Thyestes’in iki küçük çocuğunu öldürüp parça parça doğrattı, kaynattırdı, babalarının önüne yemek diye koydu.

Kardeşi kral olduğu için Thyestes’in elinden bir şey gelmedi. Atreus’un çocuklarıyla torunları, bu davranışın cezasını çektiler.

 

Büyük Mitoloji Aileleri: Oreithyia ile Boreas ve Kreusa ile İon    

Oreithyia ile Boreas

Oreithyla, Prokris’In kardeşlerinden biriydi. Kuzey Rüzr gârı Boreas bir gün onu görmüş, görür görmez de sevmişti.

Gidip babasından istedi kızı. Oreithyia’nm babası Erekhtcus da, Athenai’Iiler de razı olmadılar buna Prokne ile Philomele’nin başlarına gelenleri unutmamışlardı; Tereus’un kuzeyli olduğunu biliyorlardı. Bu yüzden de, kuzeyde yaşayanlardan hiç hoşlanmazlardı.

Ama Kuzey Rüzgârı, Poyraz bu… Birini sever de elde etmez olur mu? Bir gün estiği gibi, ırmak kıyısında kardeşleriyle oynayan Oreithyia’yı kaptı götürdü. Sevdiği kızla zorla evlendi. Bu evlenmeden iki oğulları oldu. Zetes ile Kalais adını taşıyan çocuklar, yıllar sonra Altın Post’un aranışı serüvenine katılmışlardır.

Kreusa ile İon

Prokris ile Orithyia’nın kızkardeşi olan Kreusa, daha çocuk yaştayken, bir gün dağlara, çiçek toplamaya çıkmıştı. Peçesini çiçekle doldurmuş, eve dönmeye hazırlanırken. Birdenbire güçlü bir adam çıktı karşısına. Kreusa’yı yakaladığı gibi bir mağaraya götürdü. Orada ne oldu diye sormak boşuna… Kreusa güzel bir kızcağızdı, adam da Apollon’un kendisi… Apollon, bu durumda her tanrının yapacağını yaptı.

Yakışıklı tanrının yaptığı, bu kadarla kalsa yine iyi Kreusa’nın doğurma zamanı gelmişti; ama Apollon ortalarda görünmüyordu. Zavallı kızcağız nasıl hareket edeceğini şaşırmıştı. Annesine babasına, tanrının ettiği oyunu söyleyemiyordu bir türlü. Can korkusuyla evinden kaçıp gitti.

Ayakları, kaçırıldığı mağaraya sürükledi kendisini. Orada bir oğlan çocuk doğurdu Kreusa. Çocukcağızı ölüme bırakarak mağaradan ayrıldı sonra. Ama anne yüreği bu, dayanır mı; yeniden oğlunu bıraktığı yere döndü. Kimseler yoktu ortalıkta. Yerde kan lekesi filân görünmüyordu. Demek ki, yabanî hayvanlar parçalamamıştı oğlunu. Kreusa, “Olsa olsa, koca bir kartal, ya da bir akbaba kaçırmıştır,” diye düşündü. Zaten çocuğun kundağı da kaybolmuştu.

Bir süre sonra, kıral Erekhteus, kızını Ksuthos adlı bir adamla evlendirdi. Ksuthc Yunanlıydı; Yunanlıydı ama ne Athenai’liydi ne de Attika’lı. Bu yüzden yabancı sayılıyordu.

Evlilikleri pek mutlu bir evlilik olmadı. Kreusa, durmadan oğlunu düşünüp üzülüyor, Ksuthos da, çocuk istiyordu. Kreusa’nın elinden ne gelir? Karı-koca kalkıp Delphoi’ye gitmeye, tanrılara akıl danışmaya karar verdiler.

Delphoi’ye varınca, Kreusa, kocasını şehirde bir rahiple baş başa bırakarak tapmağa çıktı. Orada yakışıklı bir delikanlı karşıladı kendisini. Neden üzgün olduğunu sordu; sonra iç açıcı sözler söyleyerek kadıncağızın acılarını biraz azalttı.

Kreusa, “Güzel sözler söylüyorsun, delikanlı, adın ne senin?” diye sordu.

Delikanlı, “Ion,” diye cevap verdi, “kendimi bu tapmağa adadım. Annem kim, babam kim, bilmiyorum. Apollon’un rahibesi Pythia küçük yaşta beni bulup büyütmüş.”

Ansızın, Kreusa’nın ağlamakta olduğunu gördü:

“Ama neden ağlıyorsun böyle? Doğruluk tanrısı Apollon’un yanma böyle gelinmez ki…”

“Ben hiç sevmem Apollon’u!” diye bağırdı Kreusa. Sonra kocasının Delphoi’ye neden geldiğini anlattı. “Ben de,” ‘ dedi, “küçük yaşta ölüme bırakılan bir çocuğun nerede olduğunu öğrenmek istiyorum. Bir arkadaşımın çocuğu, Apollon’dan olmuş. Yıllarca önce. Apollon, anne-oğulu tek başlarına bırakıp kaçmış. Yardım etmemiş.”

Ion. “Apollon böyle şey yapmaz,” diye mırıldandı.

“Yapmış,” dedi Kreusa. “Biliyorum.”

Kısa bir sessizlikten sonra Ion, “Dediğin doğru olsa bile yaptığın doğru değil,” dedi. “Karşındakinin bir tanrı olduğunu unutma.”

Kreusa, hak verdi Ion’a, “Doğru söylüyorsun,” dedi.

Tam o anda Ksuthos girdi tapmağa. Sevinçle Ion’u kucaklayarak, “Oğlum benim!” diye bağırdı.

“Ne oğlu?” diye şaşkın şaşkın sordu delikanlı.

“Sen benim oğlumsun! Apollon öyle söyledi.”

Kreusa’nın yüreğini kıskançlık kaplamıştı:

“Annesi kim?”

“Bilmiyorum. Belki de öz oğlum değildir. Tanrı onu evlât edinmemi istemiştir.”

Bu sırada Apollon’un bakıcısı İçeri girmeseydi şaşkınlık, kargaşalık sürüp gidecekti. Bakıcı Ksuthos’a, “Rahip seninle görüşmek istiyor,” dedi. Adam odadan çıkınca Ion’a bir kundak uzattı:

“Al bu kundak senin. Anneni bulmak için bir ipucu…”

“Demek annem bu kundağa sarmış beni,” dedi Ion; “artık her yeri, Asya’yı, Avrupa’yı arar, onu bulurum.”

Ion’un böyle uzun yolculuklar yapması gerekmedi. Kreusa, kundağı tanımıştı bile. “Oğlum,” diyerek delikanlının boynuna sarıldı.

“Siz ikiniz de delisiniz!” diye bağırdı Ion.

“Deli değilim. Biraz önce bir kadını anlatmıştım sana. İşte o kadın benim. Sen de, mağaraya bıraktığım oğlumsun. Kundağın kenarında altından iki yılan olacak. İnanmazsan aç da bak!”

Gerçekten de iki altın yılan vardı kundakta. Anne-oğul sevinçle kucaklaşıp öpüştüler. Bir süre sonra da Athenai’ye dönüp mutlu yıllar geçirdiler.