Mitolojinin Büyük Aileleri Atreus Soyu: “Agamemnon ile Çocukları”

OIympos’da yapılan toplantıda ilk Zeus konuştu; insanlar tanrılara karşı yakışık almayan davranışlarda bulundukları, bir de kendi kötülükleri sonucumda ortaya çıkan şeylerden ölümsüzleri sorumlu tuttukları için iyice çattı. “Agamemnon’un oğlu Orestes tarafından öldürülen Aigisthos’u hepiniz tanırdınız,” dedi. “Agamemnon’un karısını nasıl sevdiğini, sonra onun Troia’dan dönen kocasının nasıl öldürdüğünü hepiniz bilirsiniz. Biz ödevimizi yaptık bu konuda. Hermes’i yollayarak kendisini uyardık. Atreus’un” oğlunun öcü Orestes tarafından alınacak dedik, ama bu dostça öğüdümüz bile onu yolundan çeviremedi. Şimdi cezasını çekiyor.”

İliada’dan alınan bu bölümde Atreus Soyu ilk olarak söz konusu edilmektedir. Odysseia’da, Phaiak’lar ülkesine düşen Odysseus, onlara Hades’te karşılaştığı ölüleri anlatırken içlerinde en çok Agamemnon’a acıdığını söyler. Ona nasıl öldürüldüğünü sorunca, şu karşılığı almıştır: “Sofrada yemek yerken başıma bir balta indi. Algisthos, karımla birleşerek yaptı bunu. Beni evine çağırdı, sofrada öldürdü. Adamlarımı da öldürdü birer birer. Çarpışmada, savakta ölenleri görmüşsündtir; ama kimse bizim gibi şarap çanaklarının, donanmış sofralann yanında, bir şölende ölme-miştir. Kassandra’nm çığlığını duydum. Klytaimnestra onu üstümde öldürdü. Ellerimi uzatmaya çalıştım ama olmadı, ölüyordum.”

İlk anlatılan öyküde, Agamemnon, karısının sevgilisi, tarafından öldürülür. Yüzyıllar sonra, İsa’dan önce 450’de Aiskhylos’un yazdığı oyun ise oldukça değişiktir, öc, tutku gibi çeşitli duyguları işleyen bu büyük oyunda Agamemnon, bir kadınla bir erkek arasındaki yasak sevgi yüzünden değil, öz kızını öldürdüğü için ölür. Bir annenin sevgisi, içinde beslediği öc duygusu, onu ölüme sürükler. Aigisthos silik kalır. Klytaimnestra’dır önemli olan.

Atreus’un iki oğlu, Troia’daki Yunan kuvvetlerinin komutanı Agamemnon ile Helena‘nın kocası Menelaos apayrı yaşadılar; sonları da birbirine benzemedi, önceleri kardeşi kadar ün kazanamayan Menelaos, sonraları yükseldi. Troia düştükten sonra karısını da geri aldı. Athena’nın yolladığı rüzgârla Mısır’a kadar sürüklendi gemisi, ama sonunda sapar sağlam yurduna döndü, Helena’yla mutluluk içinde yaşadı.

Troia düştüğü zaman, komutanlar arasında Agamemnon kadar talihlisi yoktu, öteki gemileri uzak ülkelere sürükleyen fırtınadan sapasağlam çıkmıştı gemisi. Şehrine girdiği zaman bütün tehlikeleri atlatan şanlı bir önder gözüyle bakıyorlardı kendisine. Karaya ayak bastığını duymayan kalmamıştı onun. Agamemnon, parlak bir savaştan sonra evine kavuşan en başarılı komutandı.

Kendisini karşılayanlar arasında kafalarından iyi şeyler geçmediği yüzlerinden belli olan kişiler vardı yine de. ‘‘Çevresini kötülük sarmış Agamemncn’un,’’ diyorlardı. “Saray eski saray değildi artık. Dili olsa da söylese.”

Sarayın önünde krallarını bekleyen büyükler, daha da karamsardı. Alçak sesle, çok iyi hatırladıkları geçmişi konuşuyorlardı. Babasına bütün yüreğiyle inanan küçük, temiz Iphigeneia geliyordu akıllarına, hançerlere, katı yüzlere bırakılan o güzel kız… Agamemnon kendi istememişti bunu; Troiaya yelken açmak için tatlı bir yel bekleyen orduya söz geçirememişti. Yine de bu kararda, babadan oğula geçen o korkunç kanın etkisi vardı. Yaşlılar lanet denen şeyi biliyorlardı.

Kan susuzluğu
İçlerine işlemiş.
Yeni kanlar akıtıyor
Eski yaralar kapanmadan.

Iphigeneia öleli on yıl olmuştu, ama bu ölümün sonuçları o güne kadar kalmıştı. Her günahın yeni bir günah doğurduğunu biliyordu yaşlılar. Belki de bir şey olmaz diye avunmak boşunaydı; biliyorlardı, öç saraya girmişti bile, Agamemnonü bekliyordu.

Kızının öldürüldüğü Aulis’ten döneliberi, kıraliçe Klytaimnestra’nm içine öc duygusu yerleşmişti. Çocuğunu öldüren kocasına bağlı kalmadı, kendine bir sevgili buldu. Herkes biliyordu bunu; Agamemnon’un döndüğü haberi saraya ulaştığında Klytaimnestra’nın sevgilisini yollamadığını da biliyorlardı. Sarayda neler dönüyordu acaba? Kara kara düşünürlerken kiralın arabası avluya girdi. Çok güzel, tuhaf görünüşlü bir de kız vardı arabada. Herkes sevinç çığlıkları atıyordu. Nöbetçiler selâm dururken büyük evin kapıları açıldı. Eşikte kraliçe göründü.

Yüksek sesle başarısının sürmesi için tanrılara yakarıyordu kral. Kraliçe ona doğru ilerledi. Yüzü ışıl ışıl, başı dikti. Agamemnon’dan başka orada bulunan herkes, kocasını aldattığını biliyordu onun; yine de böyle bir durumda sevgiden, özlemden söz açmak gerekirdi Coşkun sözlerle kocasını karşıladı Klytaimnestra. “Sen bizim güvencimizsin,” dedi; “güçlü koruyucum uzsun. Seni görmek, azgın bir fırtınadan sonra denizcinin karayı görmesi, susuz yolcunun gür pınarlara varması gibi bir şey.”

Agamemnon aşırılığa kaçmadan karşılık verdi karısına, sonra saraya doğru yürüdü. Arabadaki kızı gösterdi Priamos’un kızı Kassandra’ydı bu kız. Karısına, onu ordunun kendisine armağan ettiğini söyledi. Tutsak kızların en alımlısıydı Kassandra. Klytaimnestra ona iyi davranmalıydı. Bu sözlerden sonra karı-koca saraya girdiler, kapılar bir daha açılmamacasına kapandı arkalarından.

Kalabalık dağılmıştı; sessiz yapının, kapalı kapıların önünde tedirgin yaşlılar bekleşiyordu yalnız. Garip bakışlarla tutsak prensesi süzüyorlardı. Sözlerine kimsenin inanmadığı bir bakıcı olduğunu duymuşlardı onun; söyledikleri sonradan hep çıkarmış. Korku içinde onlara döndü prenses, nereye getirilmiş olduğunu sordu. Yanlılar onu yatıştırmak istediler; bu evde Atreus’un oğlunun oturduğunu söylediler. “Tanrının nefret ettiği ev bu!” diye haykırdı Kassandra. “İnsanların öldürüldüğü, döşemelerin kanla kızardığı bir ev!” Yaşlılar şaşkınlıkla, korkuyla birbirlerine baktılar. Onların düşündüklerini bu yabancı nereden biliyordu? “Çocukların ağlayışını duyuyorum,” diye inledi Kassandra.

“Kanayan yaralar için ağlıyorlar,
Bir baba şölen sofrasında.
Yediği et kendi çocuklarının eti ”

Thyestes’le oğulları… Nerden duymuştu bunu? Çılgınca sözler dökülüyordu kızın dudaklarından. Sanki bu evde yıllar boyunca olup bitenleri, işlenen günahları kendi gözleriyle görmüştü. Sonra geleceği söyledi Kassandra. O gün iki kişi daha öldürülecekti  biri kendisivdi. “ölümü bekleyeceğim,” diyerek saraya doğru ilerledi. O uğursuz eve girmesine engel olmaya çalıştılar, ama boşunaydı. Kapılar onun da üstüne kapandı. Bir süre sessizlik kapladı her yanı; sonra acı çeken bir adamın sesi duyuldu ansızın: “Tanrım! Vuruldum!” Sonra yine sessizlik.

Yaslılar korku içinde btrbirlerin’e sokuldular. Kiralın sesiydi bu. Ne yapsalardı? “Kapıyı kırın! Çabuk! Çabuk!” diye bağırırlarken kapılar açıldı. Kraliçe eşikte duruyordu.

Elbisesi, elleri, yüzü, koyu kan lekeleriyle kaplanmıştı Klytaimnestra’nın. Kendine güvenir bir hali vardı yine de. “Kocam ölü yatıyor içeride,” dedi, “kendi elimle cezasını verdim.” Elbisesinde, yüzünde onun kanının leke1 eri duruyordu işte. Kendini savunacak değildi. Çocuğunu öldüreni öldürmüştü, o kadar.

Sevgilisi gelip yanında durdu. Thyestes’in en küçük oğlu Aigisthos, o korkunç şölenden sonra doğmuştu. Agamemton’a kin beslemezdi, ama çocukları öldürterek şölen sofrasına koyan Atreus ölü olduğuna göre, cezayı oğlu çekmeliydi.

Kraliçeyle sevgilisi kötülüğe kötülükle son verilmeyeceğini bilirlerdi. Yine de, bu ölümün yeni kötülükler doğuracağını akıllarına bile getirmediler. “Artık ikimiz de kan dökmeyeceğiz,” dedi Klytaimnestra. “Bundan böyle ülkeyi biz yöneteceğiz. Her şey yoluna girecek.” Boş bir umuttan başka neydi ki bu? Iphigeneia’nm iki kardeşi vardı. Elektra adlı bir kızla Orestes adlı bir delikanlı. Orestes orada olsaydı, Aigisthos ne yapar yapar öldürürdü onu; ama delikanlı güvenilir bir dos-tun yanma yollanmıştı. Kızı Öldürmeyi Aigisthos kendine yakıştıramadı, ona acı çektirmekle yetindi. Tek umudu vardı Elektra’nın: bir gün Orestes gelip babalarının öcünü alırdı belki. Aigisthos ölmeliydi, ama onun suçu annesininkinin yanında ne kadarcık kalıyordu ki? Babanın öcünü almak için anneyi öldürmek doğru muydu? Uzun yıllar boyunca, Klytaimnestra ile Aigisthos egemenliklerini sürdürürlerken, günlerini hep acı acı düşünerek geçirdi Elektra.

Orestes daha da büyüyüp kılıç kullanacak çağa gelince, durumunun ne kadar güç olduğunu anladı. Bir oğulun babasını öldürenleri öldürmesi, en başta gelen ödeviydi. Ama annesini öldüren insana ölümlüler de, ölümsüzler de canavar gözüyle bakarlardı. En kutsal ödevi, en büyük suçla sıkı sıkıya bağlanmıştı. Doğru olanı yapmak “isterken, iki kötü yoldan birini seçmek zorunda kalacaktı: ya babasını unutacak, ya annesini öldürecekti.

İçini yakan kuşkuya dayanamayarak yola çıktı Orestes. Delphoi’ye gidip Apollon’a akıl danışacaktı. Duru sesiyle tanrı ona yol gösterdi:

öldürenleri öldür.
ölüme ölümle karşılık ver,
Eski kanlara, kanla.       

Orestes anlamıştı artık. Demek uğursuzluk onun da başındaydı. Kendi sonunu düşünmeden öç alması gerekiyordu. Çocukluğundan beri görmediği evine gitmek için yola çıktı; arkadaşı Pylades de yanındaydı. İkisi birlikte büyümüşlerdi, öyle her arkadaşlıkta rastlanmayan bir sevgiyle bağlıydılar birbirlerine. Elektra bilmiyordu onların geleceğini, ama umudunu kesmemişti.

Bir gün babasının mezarına varıp sunular sundu, tanrılara yakarmaya başladı: “N’olur, evine yollayın Orestes’i.” İşte o sırada Orestes belirdi yanıbaşında. “Ben senin kardeşinim,” dedi. “Bak, işte ayrılırken örüp bana verdiğin pelerin.”

Elektra inanmıştı bile. “Yüzün tıpkı babamın yüzü.” diye haykırdı. Sonra acı yıllar boyunca kimsenin kendisinden istemediği sevgiyi sundu kardeşine.

Hepsi, hepsi senin simdi,
Ölen babama duyduğum sevgi,
Anneme verebileceğim sevgi,
Zavallı “kardeşimin sevgisi, zalimce öldürülen,
Hepsi senin şimdi, yalnız senin.

Orestes o kadar düşünceliydi ki, kardeşinin dediklerini duymadı bile. Onun sözünü keserek içini döktü, yüreğini yakan düşünceleri açtı. Üçü bir olup, neler yapacaklarını tasarladılar. Orestes’le Pylades, saraya giderek, Orestes’in ölüm haberini vereceklerdi. Klytaimnestra ile Aigisthos çok sevineceklerdi buna, habercileri görmek isteyeceklerdi. Bir kere saraya girsinler, gerisi kolaydı. Böyle birdenbire ortaya çıkışları kraliçeyi öyle şaşırtacaktı ki… İki arkadaş, kılıçlarına güveniyorlardı.

Saraya alındılar. Bir süre sonra kapılar ağır ağır açıldı. Klytaimnestra çıktı, merdivenin başında kıpırdamadan durdu. Ansızın bir gürültü koptu içeride. Tutsaklardan biri dışarı fırlayıp, “Efendimiz,” diye bağırdı, “aldattılar sizi! Orestes burada… İşte!” O zaman her şeyi anladı Klytaimnestra. Bir balta getirmesini buyurdu tutsağa. Kendisi savunmaya kararlıydı, ama baltayı eline alınca vazgeçti bundan. Kılıçlı bir delikanlı gelmişti yanma. Kılıçtaki kanın kimin kanı olduğunu anladı, kabzayı tutan eli tanıdı. Birden başka bir şey geldi akima. Kendini başka türlü savunacaktı. Karşısındaki adamın annesi değil miydi? “Dur oğlum,” dedi ona, “göğsüme bak. Kaç kere başını oraya dayıyarak uyumuştun. Da-”” ha dişlerin çıkmamışken, küçücük ağzınla süt emdin göğsümden, öyle büyüdün…”

“Ah, Pylades!” diye haykırdı Orestes. “Benim annem o. Bağışlasam olmaz mı?”

Arkadaşı, “Olmaz,” dedi kesin bir sesle. “Apollon böyle buyurdu. Tanrıların sözünden çıkılmaz.”

“Peki,” dedi Orestes. Sonra annesine döndü:

“Hadi, gel benimle.”

Klytaimnestra için yapılacak şey kalmamıştı. Oğlunun ardından saraya girdi.

Orestes dışarı çıktığı zaman, avluda bekleşenler ne yaptığını sormadılar bile ona. Ağızlarını bile açmadan, acıyarak süzdüler delikanlıyı. Orestes onları görmüyordu. Gözleri ötelere takılmıştı. Güçlükle konuştu:

O adamı öldürdüm. Suçum yok bunda. Alçağın biriydi, Ölmedi gerekiyordu. Ama annem… Acaba suçlu muydu, işlemiş miydi bu günahı? Annemi öldürdüm, diyorum size. Ama sebepsiz yere değil. Alçaklık edip babamı öldürmüştü çünkü.”

O korkunç görüntülere dikiliydi gözleri.

“Bakın,” diye bağırdı, “bakın, kadınlar var orada! Saçları karayılanlara benziyor! Kapkara!”

“Sana öyle geliyor,” dediler. “Kadın filân yok burada. Korkma.”

“Görmüyor musunuz?” diye haykırdı Orestes. “Bana öyle gelmiyor. Annem yollamış. Görüyorum onları. Çevremde toplanıyorlar. Kan damlıyor gözlerinden. “Bırakın, bırakın beni.”

Sonra görünmeyen düşmanlarıyla kaçıp gitti oradan.

Ülkesine döndüğünde yıllar geçmişti. Birçok yer dolaşmış, ardından gelen korkunç görüntülerden kurtulamamıştı. Çektiği acı çökertmişti onu; ama her şeyini yitirirken bir kazancı olmuştu. “Acı, çok şeyler öğretti bana,” diyordu. Her günahtan kurtulabilirdi; bunu öğrenmişti bir kere. Annesini öldürdüğü halde tertemiz olabilirdi yeniden. Apollon, Athena’ya yolladı onu; tanrıçaya açılsın istedi. Yalvarmaya gidiyordu, içi güvenle doluydu. Arınmak isteyenler geri çevrilmezlerdi; üstelik yıllardır çektiği acı, suçunun kara lekesini soldurmuştu iyice. “Duyduklarımı tertemiz dudaklarla anlatacağım Athena’ya,” diyordu.

Athena onun yakarışını dinledi. Apollon da delikanlıdan yanaydı: “Yaptıklarından ben sorumluyum,” dedi. “Benim buyruğumla öldürdü.” Orestes’in ardından gelen korkunç görüntüler, Erinys’ler, delikanlıyı suçlu görüyorlardı. Orestes, onların suçlamalarını soğukkanlılıkla dinledi. “Annemin ölümünden Apollon değil, ben sorumluyum,” dedi, “ama suçumun cezasını çektim, arındım.”

Atreus soyundan gelen hiç kimse böyle sözler söylememişti daha önce, suçundan ötürü acı çekerek arınma yolunu aramamıştı. Athena, Orestes’in dileğini kabul etti, öçten yana olan Erinys’leri de öyle bir kandırdı ki, bu bağışlama sonucunda onlar da değiştiler, yakaranları koruyan iyiliksever Eumenid’ler oluverdiler. Delikanlı günahlarından kurtulunca, uzun bir süredir aileyi kasıp kavuran uğursuzluk da yok oldu. Athena’nm tapınağından arınmış olarak çıktı Orestes. Arktık ne o, ne de ondan sonrakiler, geçmişin dayanılmaz gücünün etkisiyle kötü yola sapmayacaklardı. Atreus soyunu saran lanetin sonu gelmişti.

 

Mitoloji Soyluları Atreus Soyundan; “İpheigeneia Taurisler Arasında”

Yunanlılar, insanların kurban edilişini anlatan öykülerden hiç hoşlanmazlardı. Bu iş, ister öfkeli tanrıları yatıştırmak, ; ister Toprak Ana’nın ekinlerini yeşertmek için yapılsın, korkunç bir şeydi onların gözünde. Kurban isteyen tanrı, kötü ‘ bir tanrıydı. Euripides’in sözleriyle, “Kötülük yapan tanrılar, tanrı değildi.”

İşte bu yüzden, Iphigeneia’nın Aulis’te kurban edilişini anlatan başka bir öykü yaymak gereği duyuldu. Eski öyküye göre, Yunanlılar; Artemis’in sevdiği yabanî hayvanlardan birini öldürmüşler, tanrıçanın gözüne yeniden girebilmek İçin de genç bir kızı kurban etmek zorunda kalmışlardı. Ama sonraları, bunun Artemis’e atılan bir iftira olduğuna karar verildi. Küçük, çaresiz yaratıkların koruyucusu, ormanların, koruların güzel tanrıçası böyle bir şey ister miydi hiç? Öykünün sonu hemen değiştirildi.

Aulis’teki Yunanlı askerler, Iphigeneia’nm ölümü beklediği odaya girince kızı annesiyle yan yana buldular. Iphigeneia, annesinin kendisiyle mihraba kadar gelmesini istemedi. “Benim için de, senin için de böylesi daha İyi,” dedi. Klytaimr: nestra, odada tek başına kaldı. Bir süre sonra koşa koşa bir haberci geldi yanına, “iyi haberlerim var size!” diye haykırdı. “Kızınız kurban edilmedi. Rahip onu kesmeye hazırlanırken, orada bulunan herkes önüne bakıyordu. Rahibin çığlığını duyunca başımızı kaldırdık. Kızınız ortalarda yoktu. Boğazı kesilmiş bir geyik yatıyordu mihrabın önünde. Rahip, “Bu olsa olsa Artemis’in işidir,” dedi; “tapınağında insan kanı istemez o. Kurbanı kendisi buldu. Dileğimizi kabul etti.” Rahip böyle dedi kraliçem. Bende oradaydım. Kendi gözlerimle gördüm. Kızınızı tanrılar kaçırdı;”

Ama Iphigeneia gökyüzüne çıkarılmadı. Artemis, Karadeniz kıyılarındaki Tauris ülkesine götürdü onu. O sıralarda, önlerine çıkan her Yunanlıyı tanrıçaya kurban eden yabanî insanlar yaşıyordu Turis’te. Artemis, Iphigeneia’nın sağ kalması için elinden geleni yaptı; onu tapınağına rahibe diye koydu.

Günün birinde, kıyıya bir Yunan gemisi yanaştı. Denizcileri fırtına atmamıştı oraya; kendi istekleriyle gelmişlerdi. Oysa Tauris’lilerin, yakaladıkları Yunanlılara neler yaptıklarını bilmeyen yoktu. Mutlaka önemli bir sebep vardı gelmelerinde. Şafak sökerken iki delikanlı gemiden inip gizlice tapmağa doğru yürüdüler. Soylu kişiler oldukları besbelliydi; kral oğullarına benziyorlardı. Yalnız, birinin yüzünde, çektiği acıların izler okunuyordu. “Tapmak bu, değil mi Pylades” diye sordu arkadaşına. “Evet, Orestes,” dedi öteki. “O uğursuz yer burası olacak.”

Orestes günahlarından kurtulduktan sonra gelmişlerdi buraya. Bu öyküye göre, Erinys’lerden bazıları Athena’nm kararını beğenmemişler, delikanlının yakasını bırakmamışlardı. Belki de kendisine öyle geliyordu. Yalnız, bu karardan sonra rahata kavuşamamıştı. Ardından gelen düşmanlar azalmıştı azalmasına ama yok olmamıştı.

Umutsuzluk içinde Delphoi’ye gitti. Apollon’un bakıcısı yol gösterdi ona ölümü göze alması gerekiyordu. Tauris’teki Artemis tapınağına girmesi, tanrıçanın kutsal heykelini getirmesi şarttı. Ancak heykeli Athenai’ye astığı zaman rahata kavuşup görüntülerden kurtulacaktı. Pylades, bu tehlikeli yolculukta onu yalnız bırakmadı.

Tapmağa vardıkları zaman, geceyi beklemenin daha doğru olacağına karar verdiler. Günışığında mutlaka görürlerdi; karanlık, kuytu bir köşeye saklandılar.

Haberci gelip de iki genç Yunanlının biraz sonra kurban edileceklerini söylediği zaman her günkü İşlerini yapıyordu Iphigeneia. Törene hazırlanması gerektiğini anlayınca, tüyleri ürperdi. Akan kanı, kurbanların çektiği acıyı hatırladı kızcağız. “ölümsüzler hiç böyle şey ister mi?” diye düşündü kendi kendine. “İnanmam buna. Tauris’in kana susamış insanları, kendi suçlarını tanrılara yüklemek istiyorlar.”

O böyle düşünürken, yakalanan gençler getirildiler. Iphigeneia, nöbetçileri tapmağa hazırlık yapmaya yolladı; üçü yalnız kaldıkları zaman ülkelerinin neresi olduğunu sordu delikanlılara, öyle çok gözyaşı döküyordu ki, Orestes üzülmemesini söyledi ona. Gelmeye karar verdikleri zaman bunu göze almışlardı zaten. Adlarını, kardeş olup olmadıklarını sordu Iphİgeneia. “Kardeşiz, ama doğuştan değil.” dedi Orestes. “ölecek adama, adı sorulur mu?”

“His olmazsa nereli olduğunuzu söyleyin.” dedi Iphİgeneia. “Bir zamanların ünlü Mykenai’sinden geliyorum,” diye cevap verdi Orestes. Iphİgeneia, “Oranın kıralı çok ünlüydü,” dedi, “Agamemnon…”

Orestes, “Tanımıyorum onu,” diye sözünü kesti, “bırakalım bunları.”

“N olur, anlatın onu bana,” diye yalvardı Iphİgeneia. “öldü,” dedi Orestes. “Karısı öldürdü. Sorma artık.”

“Bir soru daha. Karısı yaşıyor mu?’

“Hayır,” dedi Orestes. “Oğlu da onu öldürdü.”

Üçü sessizce birbirlerine baktılar.

Titrek bir sesle, “Hak yerini bulmuş,” dedi Iphİgeneia. “Korkunç bir günah yine de.” Kendini toplamaya çalıştı. “Kurban edilen kızın sözü geçiyor mu hiç?”

“Her ölünün sözü ne kadar geçerse,” dedi Orestes. Iphİgeneia ansızın canlanmıştı.

“Üçümüzü de kurtaracak bir şey geldi aklıma,” dedi. “Sizi buradan çıkartabilirsem Mykenai’deki arkadaşlarıma benden bir mektup götürür müsünüz?”

“Ben götürmem,” dedi Orestes, “ama arkadaşım götürebilir. Buraya benim hatırım için geldi zaten. Ona mektubunu ver. Beni de öldür.”

“Peki,” dedi Iphİgeneia, “durun da mektubu getireyim.” Odadan çıkınca Pylades, Orestes’e döndü:

“Burada tek başına bırakamam seni. Bırakırsam alçak derler bana. Yok yok, seni severim.”

“Kardeşim Elektra’yı seninle evlendirdim,” dedi Orestes. “Onu koru diye. Kardeşimi bırakamazsın. Bana gelince, ölürsem kurtulurum belki.”

Onlar konuşurlarken, Iphİgeneia elinde mektupla içeri girdi. “Kıralı kandırırım,” dedi. “Benim habercimi nasıl olsa salıverir. Ama önce…” Pylades’e dönerek devam etti: “önce mektupta ne yazdığını sana anlatayım ki, eşyalarını kaybedersen ağızdan söylersin.”

“Peki,” dedi Pylades, “kime götüreceğim mektubu?” “Orestes’e. Agamemnon’un oğluna,” dedi Iphİgeneia. Mykenai’dekileri düşünüyordu. Delikanlıların şaşkınlık İçinde kendisine baktıklarını görmedi bile:

“Ona dersin kİ, Aulis’de kurban edilen kardeşi yolluyor bu mektubu. Iphigeneia ölmedi.”

“Tanrım!” diye haykırdı Orestes. “ölüler dirilebilir mi?” Iphigeneia, öfkeyle, “Sus,” dedi, “vaktimiz az. Ona beni bu yabanî ülkeden kurtarmasını yazdım. Unutma delikanlı, adı Orestes’dir.”

“Tanrım!” diye İnledi Orestes. “İnanılacak şey değil.”

“Ona söylüyorum, sana değil,” dedi Iphigeneia. Pylades’e döndü: “Unutmazsın, değil mi?”

“Unutmam,” dedi Pylades. “Zaten mektubunu hemen vereceğim. Orestes, sana mektup var. Kızkardeşinden.”

“Sözlere sığmayacak bir mutluluğa ‘kavuşturdun beni,” dedi Orestes.

Iphigeneia’yı kollarına aldı, ama kız onun kollarından kurtuldu.

“Nereden bileyim kardeşim olduğunu?” diye sordu.

“Aulis’e gitmeden önce işlediğin pelerini anlatayım mı?” dedi Orestes. “Saraydaki odanı hatırlıyor musun? İçinde neler vardı, söyleyeyim.”

Iphigeneia kollarına atıldı kardeşinin. “Canım kardeşim,** diye hıçkırdı. “Bir tanem. Ben giderken küçücük bir bebektin. Olağanüstü bir şey bu.”

“Zavallı kız,” dedi Orestes. “Sen de benim gibi acı çekmişsin. Bir de kendi kardeşini öldürecektin nerdeyse.”

“Kötü şeyler yapmaya alıştım,” dedi Iphigeneia. “Nasıl kurtarabilirim seni? Hangi tanrı, hangi insan yardım eder bize?”

Pylades sessizce bir köşede duruyordu, ama besbelli sabırsızdı. Karar verme zamanı gelmişti artık. “Buradan çıkalım da, bir şeyler düşünürüz,” dedi.

“Kıralı öldürsek,” dedi Orestes. Ama Iphigeneia bunu istemiyordu. Kral Thoas öyle iyi davranmıştı ki kendisine, ona kötülük edemezdi. Ansızın aklına bir şey geldi. Düşüncesini kardeşiyle Pylades’e anlattı. Sonra üçü birden tapınağa girdiler.

Bir süre sonra tanrıçanın heykelini elinde tutarak tapınaktan çıktı Iphigeneia. Eşikte bekleyen adama seslendi:

“Ey kırıl, dur. Kıpırdama.”

Kural, şaşkınlık içinde, ut olduğunu sordu. Yolladığı kurbanların temiz olmadığını söyledi Iphigeneia. O delikanlılar kirliydiler, annelerini öldürmüşlerdi. Artemis çok öfkeliydi.

“Heykeli kıyıya, götürüp temizliyeceğim,” dedi. “Yunanlıları da günahlarından kurtaracağım. Ancak o zaman tören başlıyabilir. Yalnız bu iş sessizlik ister. Getirin tutsakları, şehir halkına da yanıma yaklaşmamalarını buyurun.”

“İstediğinizi yapın,” dedi kral. “Zamanın önemi yok.” Sonra Iphigeneianm elinde heykelle uzaklaşmasını seyretti; Orestes’le Pylades genç kızın arkasından yürüyorlardı. Nöbetçiler, arınma töreni için gerekli çanakları taşıyorlardı ağır ağır. Iphigeneia, yüksek sesle tanrıçaya yakarıyordu. Ores-tes’in gemisinin bulunduğu körfezde gözden uzaklaştılar. Her şey yolunda gidecek gibi görünüyordu, ama gitmedi.

Denize ulaşmadan önce nöbetçileri başından savmayı başarmıştı Iphigineia. Askerler kendisinden o kadar korkuyorlardı ki, bir dediğini iki etmiyorlardı. Üçü koşarcasına gemiye bindiler, tayfalar küreklere asıldı. Ama limanın ağzına geldikleri zaman rüzgâr karaya doğru esmeye başladı. Ne kadar uğraşsalar ilerleyemiyorlardı. Geri geri giden gemi kayalara çarpacaktı nerdeyse. Tauris’lilerin akılları başlarına gelmişti. Kral Thoas, öfkeyle tapmaktan inip, tutsaklarla rahibeyi yakalatmaya karar verdi. O sırada bir ışıltı belirdi önünde… Bir tanrıçaydı bu.

“Ey kral, dur,” dedi tanrıça. “Ben Athena’yım. İşte söylüyorum sana. Bırak gemi gitsin. Poseidon rüzgârları, dalgaları yatıştırıyor şu anda; yolculukları iyi geçsin istiyor. Iphigeneia ile yanındakilere tanrılar yol gösteriyor, öfkeyi bir yana bırak.”

Thoas, “Buyruklarınız yerine getirilecek, tanrıçam,” dedi.

Kıyıdaki gözcüler, rüzgârın dindiğini, dalgaların yatıştırdığını gördüler. Gemi engine doğru açıldı.

 

 

Mitoloji Ailelerinden Thebai Soyundan Antigone

İokaste’nin ölümünden sonra Oidipus tahttan çekildi. Yerine büyük oğlu Polyneikes’in geçmesi gerekiyordu. Ama o da kral olmak istemeyince Thebai’liler tahta Iokaste’nin kardeşi Creon’u geçirdiler. Bir süre çocuklarıyla birlikte Thebai’de yaşadı Oidipus. Oğulları Polyneikes ile Eteokles büyümüş, birer delikanlı olmuşlardı. Kızları Antigone İle Ismene ise artık kadınlık çağma basmak üzereydiler.

Aradan yıllar geçti. Thebai’liler bir gün eski kralların aralarında görmek istemediklerini söylediler. Oidipus, yanma Antlgone’yi alarak şehirden ayrıldı. Ismene, Thebal’do kalıp babasına, onu ilgilendiren haberleri gönderecekti.

Oidipus gittikten sonra oğulları taht kavgasına başladılar. İkisi de, kendisinin kral olması gerektiğini ileri sürüyordu. Sonunda Polyneikes, Argos’a kaçtı. Orada bir ordu toplayarak Thebai’ye saldırmaya hazırlandı.

Bu arada, Oidipus ile Antigone, Kolonos’a gelmişlerdi, ömrünün son günlerini mutluluk içinde geçirdi Oidipus; ölürken de tanrıların kendisini bağışladıklarını öğrendi.

Tanrıların bu iyi haberini getiren Ismene, babasının ölümünden sonra Antigone’yi alarak Thebai’ye döndü.

iki kardeş, şehre vardıkları zaman Polyneikes ile Eteokles’in savaşmak üzere olduğunu gördüler. Büyük bir ordu toplamıştı Polyneikes; askerlerin başında kendisinden başka altı komutan daha vardı. Komutanlardan biri Argos kıralı Adrastos’tu. Adrastos’un kardeşi Eriphyle’nin kocası olan Amphiaraos da katılıyordu savaşa. Usta bir bakıcı olan Amphiaraos, içlerinde Adrastos’tan başka kimsenin kurtulamayacağım biliyordu. Bu yüzden Thebai kuşatmasına katılmak istememişti, ama Polyneikes, Harmonia’nın değerli gerdanlığını Eriphy’ye vererek kadıncağızı kandırmış, Amphiaraos’un gelmesini bu yoldan sağlamıştı.

Yedi komutan, Thebai’nin yedi kapısına saldırdılar. Eteokles, kardeşinin saldırdığı kapıyı koruyordu. Antigone ile Ismene ise, sarayda, hangisinin ölüm haberinin daha önce geleceğini bekliyorlardı.

İlk ölen, Kreon’un küçük oğlu Menoikeus oldu. Teiresias, Kreon’a, oğlu ölmezse Thebai’nin kurtulamayacağını söylemişti. Oğluna kıyamayan Kreon da, Menoikeus’a kaçıp gitmesini söylemişti şehirden. Menoikeus, korkaklar gibi kaçıp gitmektense yiğitçe çarpışmayı daha uygun buldu. Daha kılıç tutmayı bile beceremediği için kısa zamanda öldü.

Savaşın uzayıp gitmesinden bıkan komutanlar, aralarında bir karara vardılar. Polyneikes ile Eteokles teke tek çarpışacaklardı. İkisinden hangisi ölürse, onun tuttuğu taraf yenik sayılacaktı. Ama akıllarına bile getirmedikleri bir şey oldu. Kardeşlerin ikisi de öldü.

Savaş sona ermişti artık. Thebai’ye saldıran yedi komutandan Adrastos, canını kurtarabilmişti. Kral Kreon, düşman ölülerinin gömülmemelerini buyurdu. Gömülmeyen ölüler Hades’e giremeyecek, acı içinde dolaşıp duracaklardı.

Antigone, Kreon’un buyruğunu yerine getirmedi. Eteokles gibi, kardeşi Polyneikes’in de gömülmesini istiyordu. Gizlice düşman ölülerinin bulunduğu yere gitti. Kardeşini gömdü. Yakalansa bile aldırmazdı artık.

Ölüleri bekleyen nöbetçiler, Oidipus’un kızını yakalayınca Kreon’a haber saldılar. Kreon, öfkeyle geldi. “Buyruğumu bilmiyor muydun?” diye sordu Antigone’ye “Biliyordum,” diye cevap verdi Antigone.

“Neden yasaları çiğnedin öyleyse?”

“Senin yasan bu. Tanrıların yasası değil. Haklı bir yasa değil,” dedi Antigone. Ismene ne kadar çalıştıysa olmadı; bir ölümlünün koyduğu yasayı çiğneyen Antigone öldürüldü.

 

 

Mitoloji’nin Büyük Aileleri Atreus Soyundan: “Tantalos ile Niobe”

Tantalos, Zeus’un oğluydu; babasının bütün öteki ölümlü çocuklarından daha çok değer verilirdi ona. Tanrılar onun kendi sofralarında oturmasına göz yumar, ölümlülere yasak olan Ambrosia’yla Nektar’dan yiyip içmesine bir şey demezlerdi. Bu kadarla kalsa yine iyi bir keresinde sarayında verdiği bir şölene gittiler, onun sofrasına oturmak alçakgönüllülüğünü gösterdiler. Ama o, karşılık olarak taunlara öyle kötü davrandı kİ, hiçbir ozan ondan yana çıkmadı bir daha. Tantalos, tek oğlu Pelops’u öldürttü, büyük bir kazanda kaynattırdı, sonra da tanrıların önüne yemek diye koydu. Herhalde öylesine nefret ediyordu ki tanrılardan, onları yamyam durumuna düşürmek için biricik oğlunu bile gözden çıkarmıştı. Belki de o saygıdeğer tanrıları aldatmanın ne kadar kolay olduğunu akla gelmeyecek bir oyunla göstermek istemiştir… Ölümsüzleri o kadar küçük, kendini o kadar büyük görüyordu ki, konuklarının önlerine konulan yemeğin ne olduğunu anlayabileceklerini düşünememişti.

Düpedüz aptallık etmişti Tantalos. Olympos’lular anlamazlar mı hiç? Korkunç yemeğe ellerini bile sürmediler; kendilerine bu oyunu oynayanı Öyle bir cezaya çarptıracaklardı ki, bunu duyanlar bir daha onları küçümsemeye yeltenemeyeceklerdi. Hades’in göllerinden birine yerleştirdiler Tantalos’u. Tantalos, susuzluğunu gidermek için göle her eğilişinde sular çekiliyor, doğrulduğu zaman da dizlerine kadar yükseliyordu. Gölün üstünde yemiş ağaçlarının armutlardan, – narlardan, al al elmalardan, sulu incirlerden ağırlaşmış dalları sarkıyordu. Tantalos, bir yemiş koparmak için elini uzatmaya görsün, rüzgâr hemen dalları savuruyordu. Böyle kalmaya mahkûmdu; kuru boğazı, aç karnıyla sonsuza kadar yaşayacaktı.

Tanrılar, Pelops’u yeniden canlandırdılar; ama fildişinden bir kol yapmak zorunda kaldılar ona, Tanrıçalardan biri bazılarına göre Demeter, bazılarına göre ise, Thetis bilmeyerek o iğrenç yemekten yemişti. Çocuğun parçaları bir araya getirilince, bir omuzun eksik olduğu görüldü. Ne olacak ölümsüzler bunun da bir kolayını buluverdiler.

Pelops’un korkunç öyküsü, katılığını yitirmeden günümüze kadar gelmiştir. Sonraları Yunanlılar bu öyküden hoşlanmamışlardı. Pindaros, Gerçeği yalanla değiştiren bir öykü bu insan etini hiç yer mi kutsal tanrılar diyor. Her neyse… Pelops’un hayatı bu olaydan sonra mutluluk içinde geçti. Tantalos’un soyundan gelenler arasında başı derde girmeyen tek kişi o oldu. Birçok kimsenin ölümüne sebep olan Hippodameia’ya tutulduğu halde…

Hippodameia’nın babasının çok güzel bir çift atı vardı. Onları kirala Ares vermişti; bu yüzden bütün ölümlü hayvanlardan üstündü o atlar. Kıra], kızını evlendirmek istemezdi; ne zaman onunla evlenmek isteyen bir genç çıkagelse, önce babasıyla yarışmak zorunda kalırdı. Yarışı kazanırsa Hippodameia’yı alır, kaybederse canını verirdi. Böylece bir sürü yiğit güzel Hippodameia’nın uğruna can verdi.

Pelops bunu bilmiyor değildi; değildi ama tehlikeyi göze aldı. Poseidon’un armağanı olan atlarına güveniyordu. Yarışı kazandı. Bu başarıda atlarının olduğu kadar Hippodameia’nın da parmağı vardı. Genç kız, ya Pelops’a tutulmuş, ya da artık bu yarışlara bir son verme zamanının geldiğine inanmış olacak ki babasının arabacısı Myrtilos’u parayla kandırdı. Myrtilos, kralın arabasının tekerleklerini gevşetince yarışı Pelops kazandı. Sonraları, kendisinin Hippodameia’yla evlenmesini sağlayan arabacıyı öldürttü Pelops. Bazıları aileyi kasıp kavuran felâketlere asıl bu davranışın sebep olduğunu söylerler; ama yazarların çoğuna göre, torunlarına uğursuzluk getiren, Tantalos’dur.

Bu soydan gelen kimse, Tantalos’un kızı Niobe’ninki kadar korkunç bir cezaya çarpıtılmamıştır. Oysa herkes, tanrıların, kardeşi Pelops’a davrandıkları gibi davranacaklarını sanmıştı ona. Evlilik hayatında mutluydu Niobe. Kocası Amphion, Zeus’un oğluydu. Lyra çalmada kimse yanşamazdı onunla. Amphion, bir keresinde ikiz kardeşi Zethos’la birleşerek Thebai’nin çevresine yüce bir duvar çekmişti. Güçlü kuvvetli bir adamdı Zethos, kardeşinin sporla değil de, sanatla uğraşmasını küçümserdi. Ama iş duvarı yapmak için kaya bulmaya gelince, kardeşi kendisinden baskın çıktı. Lyra’ından öyle büyüleyici ezgiler çıkarttı ki, içlenen taşlar, onun ardından taa Thebai’ye kadar geldiler.

Thebai’de Amphion’la Niobe, uzun bir süre mutluluk içinde egemenliklerini sürdürdüler. Ama Tantalos’un küstahlığı, Niobe’nin içine yerleşmişti bir kere. Pelops’un kardeşi, kendisini bütün ölümlülerden üstün görüyordu. Zengindi, soyluydu, güçlüydü. Yedi tane yiğit, yakışıklı oğul, yedi tane de birbirinden güzel kız doğurmuştu. Tanrılara babası gibi gizliden gizliye değil, açık açık meydan okumayı koymuştu aklına.

Thebai halkına, kendine tapınmalarını söyledi bir gün. “Leto benim yanımda nedir ki?” dedi. “Topu topu iki çocuğu var: Apollon’la Artemis. Benimkiler onların yedi katı. Üstelik ben kraliçeyim. O ise Delos’a sığınıncaya kadar, yersiz yurtsuz gezginin biriydi. Artık Leto’ya değil, bana tapacaksınız.”

Kendi gülleriyle bası dönenlerin kızgınlıkla söyledikleri sözler gökyüzünde hemen duyulur. Çok geçmeden Apollon’la Artemis, Thebai’ye geldiler, bir vuruşta Niobe’nin bütün çocuklarını yere serdiler. Niobe, yas içinde, o genç, güçlü gövdelerin yanma çöktü. Yüreği taş kesilmişti sanki. Gözlerinden oluk gibi yaşlar akıyordu. Tanrılar, gece gündüz ağlayan bir taş parçasına çevirdiler onu.

Pelops’un iki oğlu oldu: Atreusla Thyestes. Uğursuzluk bütün gücüyle onları da sardı. Thyestes ne yapıp yapıp kardeşinin karısını elde etti. Atreus, kardeşiyle karısının seviştiklerini anlayınca, akla gelmeyecek kadar korkunç bir ceza düşündü. Thyestes’in iki küçük çocuğunu öldürüp parça parça doğrattı, kaynattırdı, babalarının önüne yemek diye koydu.

Kardeşi kral olduğu için Thyestes’in elinden bir şey gelmedi. Atreus’un çocuklarıyla torunları, bu davranışın cezasını çektiler.