Herakles’in Tutsaklığı

Herakles, Omphale’nin yanında tutsak bulunduğu zaman içtiği andı yerine getirmek için serbest bırakılıp bırakılmaz bir ordu topladı. Doğru, Eurytosun şehrine giderek kıralı öldürdü. Sonra karısı Deianeira’ya armağan olarak birkaç genç kız gönderdi. Kızlardan İole adlısı son derece güzeldi. Haberci, Deianeira’ya, Herakles’in onu sevdiğini söyledi. Bunu duyan İcadının kıskançlık bürüdü yüreğini, gözlerinin önüne eski bir anı geldi:

Herakles kendisini ilk gördüğü zaman Deianeira, Kentaur Nessosün sırtında bir ırmağı geçiyordu. Nessos, suyun ortasında kötü sözler söylemişti kendisine; bu sözleri duyan Herakles de karşı kıyıdan attığı oklarla, Kentaur’u öldürmüştü. Kentaur ölürken kanının birazını Deianeira’ya vermiş, “Bunu sakla, ileride Herakles senden başkasına severse büyü olarak kullanırsın,” demişti.

O an gelip çatmıştı şimdi. Deianeira, bir kapta şakladığı kanı çıkardı. Herakles’e göndermek istediği bir gömleği o kanla kızıla boyadıktan sonra haberciyle kocasına yolladı.

Gömleği giyer giymez bir ateş kapladı Herakles’in gövdesini öfkeden, acıdan gözleri dönen Herakles, haberciyi tuttuğu gibi denize fırlattı. Başkalarını hâlâ öldürebiliyordu işte, ama kendisi ölmüyordu. Hemen haber gönderdiler karısına; Deianeira, kocasına olanları duyar duymaz kendini yurdu.

Herakles’i evine götürdüler. Kahramanlar kahramanı artık «»sonunun geldiğini anlamıştı. “Madem ölüm bana geliniyor,” dedi, “ben ona gideyim.” Olta dağında koca bir odun yığını hazırlattı. Adamları oraya götürdüler kendisini. Bir zamanların sırtı yere gelmez kahramanı, odunlara bakarak, “Her şey bitiyor artık,” dedi, “rahata kavuşacağım.”

Oklarıyla yayını genç arkadaşı Philoktetes’e verdi. Sonra meşaleyi uzatarak, “Al, Philoktetes,” diye mırıldandı, “odunları sen ateşle.”

Kısa bir süre sonra Herakles yeryüzünde değildi artık. Tanrılar Olympos’a çıkardılar Herakles’i. Orada ölümsüz olan kahraman, Hera’yla barıştırıldıktan sonra tanrıçanın kızı Hebe’yle evlendirildi. Gökyüzünde uslu uslu oturdu mu, yoksa tanrıların huzurunu kaçırıp onları da tedirgin etti mi, orası bilinmiyor.

 

 

Mitolojinin Büyük Aileleri Atreus Soyu: “Agamemnon ile Çocukları”

OIympos’da yapılan toplantıda ilk Zeus konuştu; insanlar tanrılara karşı yakışık almayan davranışlarda bulundukları, bir de kendi kötülükleri sonucumda ortaya çıkan şeylerden ölümsüzleri sorumlu tuttukları için iyice çattı. “Agamemnon’un oğlu Orestes tarafından öldürülen Aigisthos’u hepiniz tanırdınız,” dedi. “Agamemnon’un karısını nasıl sevdiğini, sonra onun Troia’dan dönen kocasının nasıl öldürdüğünü hepiniz bilirsiniz. Biz ödevimizi yaptık bu konuda. Hermes’i yollayarak kendisini uyardık. Atreus’un” oğlunun öcü Orestes tarafından alınacak dedik, ama bu dostça öğüdümüz bile onu yolundan çeviremedi. Şimdi cezasını çekiyor.”

İliada’dan alınan bu bölümde Atreus Soyu ilk olarak söz konusu edilmektedir. Odysseia’da, Phaiak’lar ülkesine düşen Odysseus, onlara Hades’te karşılaştığı ölüleri anlatırken içlerinde en çok Agamemnon’a acıdığını söyler. Ona nasıl öldürüldüğünü sorunca, şu karşılığı almıştır: “Sofrada yemek yerken başıma bir balta indi. Algisthos, karımla birleşerek yaptı bunu. Beni evine çağırdı, sofrada öldürdü. Adamlarımı da öldürdü birer birer. Çarpışmada, savakta ölenleri görmüşsündtir; ama kimse bizim gibi şarap çanaklarının, donanmış sofralann yanında, bir şölende ölme-miştir. Kassandra’nm çığlığını duydum. Klytaimnestra onu üstümde öldürdü. Ellerimi uzatmaya çalıştım ama olmadı, ölüyordum.”

İlk anlatılan öyküde, Agamemnon, karısının sevgilisi, tarafından öldürülür. Yüzyıllar sonra, İsa’dan önce 450’de Aiskhylos’un yazdığı oyun ise oldukça değişiktir, öc, tutku gibi çeşitli duyguları işleyen bu büyük oyunda Agamemnon, bir kadınla bir erkek arasındaki yasak sevgi yüzünden değil, öz kızını öldürdüğü için ölür. Bir annenin sevgisi, içinde beslediği öc duygusu, onu ölüme sürükler. Aigisthos silik kalır. Klytaimnestra’dır önemli olan.

Atreus’un iki oğlu, Troia’daki Yunan kuvvetlerinin komutanı Agamemnon ile Helena‘nın kocası Menelaos apayrı yaşadılar; sonları da birbirine benzemedi, önceleri kardeşi kadar ün kazanamayan Menelaos, sonraları yükseldi. Troia düştükten sonra karısını da geri aldı. Athena’nın yolladığı rüzgârla Mısır’a kadar sürüklendi gemisi, ama sonunda sapar sağlam yurduna döndü, Helena’yla mutluluk içinde yaşadı.

Troia düştüğü zaman, komutanlar arasında Agamemnon kadar talihlisi yoktu, öteki gemileri uzak ülkelere sürükleyen fırtınadan sapasağlam çıkmıştı gemisi. Şehrine girdiği zaman bütün tehlikeleri atlatan şanlı bir önder gözüyle bakıyorlardı kendisine. Karaya ayak bastığını duymayan kalmamıştı onun. Agamemnon, parlak bir savaştan sonra evine kavuşan en başarılı komutandı.

Kendisini karşılayanlar arasında kafalarından iyi şeyler geçmediği yüzlerinden belli olan kişiler vardı yine de. ‘‘Çevresini kötülük sarmış Agamemncn’un,’’ diyorlardı. “Saray eski saray değildi artık. Dili olsa da söylese.”

Sarayın önünde krallarını bekleyen büyükler, daha da karamsardı. Alçak sesle, çok iyi hatırladıkları geçmişi konuşuyorlardı. Babasına bütün yüreğiyle inanan küçük, temiz Iphigeneia geliyordu akıllarına, hançerlere, katı yüzlere bırakılan o güzel kız… Agamemnon kendi istememişti bunu; Troiaya yelken açmak için tatlı bir yel bekleyen orduya söz geçirememişti. Yine de bu kararda, babadan oğula geçen o korkunç kanın etkisi vardı. Yaşlılar lanet denen şeyi biliyorlardı.

Kan susuzluğu
İçlerine işlemiş.
Yeni kanlar akıtıyor
Eski yaralar kapanmadan.

Iphigeneia öleli on yıl olmuştu, ama bu ölümün sonuçları o güne kadar kalmıştı. Her günahın yeni bir günah doğurduğunu biliyordu yaşlılar. Belki de bir şey olmaz diye avunmak boşunaydı; biliyorlardı, öç saraya girmişti bile, Agamemnonü bekliyordu.

Kızının öldürüldüğü Aulis’ten döneliberi, kıraliçe Klytaimnestra’nm içine öc duygusu yerleşmişti. Çocuğunu öldüren kocasına bağlı kalmadı, kendine bir sevgili buldu. Herkes biliyordu bunu; Agamemnon’un döndüğü haberi saraya ulaştığında Klytaimnestra’nın sevgilisini yollamadığını da biliyorlardı. Sarayda neler dönüyordu acaba? Kara kara düşünürlerken kiralın arabası avluya girdi. Çok güzel, tuhaf görünüşlü bir de kız vardı arabada. Herkes sevinç çığlıkları atıyordu. Nöbetçiler selâm dururken büyük evin kapıları açıldı. Eşikte kraliçe göründü.

Yüksek sesle başarısının sürmesi için tanrılara yakarıyordu kral. Kraliçe ona doğru ilerledi. Yüzü ışıl ışıl, başı dikti. Agamemnon’dan başka orada bulunan herkes, kocasını aldattığını biliyordu onun; yine de böyle bir durumda sevgiden, özlemden söz açmak gerekirdi Coşkun sözlerle kocasını karşıladı Klytaimnestra. “Sen bizim güvencimizsin,” dedi; “güçlü koruyucum uzsun. Seni görmek, azgın bir fırtınadan sonra denizcinin karayı görmesi, susuz yolcunun gür pınarlara varması gibi bir şey.”

Agamemnon aşırılığa kaçmadan karşılık verdi karısına, sonra saraya doğru yürüdü. Arabadaki kızı gösterdi Priamos’un kızı Kassandra’ydı bu kız. Karısına, onu ordunun kendisine armağan ettiğini söyledi. Tutsak kızların en alımlısıydı Kassandra. Klytaimnestra ona iyi davranmalıydı. Bu sözlerden sonra karı-koca saraya girdiler, kapılar bir daha açılmamacasına kapandı arkalarından.

Kalabalık dağılmıştı; sessiz yapının, kapalı kapıların önünde tedirgin yaşlılar bekleşiyordu yalnız. Garip bakışlarla tutsak prensesi süzüyorlardı. Sözlerine kimsenin inanmadığı bir bakıcı olduğunu duymuşlardı onun; söyledikleri sonradan hep çıkarmış. Korku içinde onlara döndü prenses, nereye getirilmiş olduğunu sordu. Yanlılar onu yatıştırmak istediler; bu evde Atreus’un oğlunun oturduğunu söylediler. “Tanrının nefret ettiği ev bu!” diye haykırdı Kassandra. “İnsanların öldürüldüğü, döşemelerin kanla kızardığı bir ev!” Yaşlılar şaşkınlıkla, korkuyla birbirlerine baktılar. Onların düşündüklerini bu yabancı nereden biliyordu? “Çocukların ağlayışını duyuyorum,” diye inledi Kassandra.

“Kanayan yaralar için ağlıyorlar,
Bir baba şölen sofrasında.
Yediği et kendi çocuklarının eti ”

Thyestes’le oğulları… Nerden duymuştu bunu? Çılgınca sözler dökülüyordu kızın dudaklarından. Sanki bu evde yıllar boyunca olup bitenleri, işlenen günahları kendi gözleriyle görmüştü. Sonra geleceği söyledi Kassandra. O gün iki kişi daha öldürülecekti  biri kendisivdi. “ölümü bekleyeceğim,” diyerek saraya doğru ilerledi. O uğursuz eve girmesine engel olmaya çalıştılar, ama boşunaydı. Kapılar onun da üstüne kapandı. Bir süre sessizlik kapladı her yanı; sonra acı çeken bir adamın sesi duyuldu ansızın: “Tanrım! Vuruldum!” Sonra yine sessizlik.

Yaslılar korku içinde btrbirlerin’e sokuldular. Kiralın sesiydi bu. Ne yapsalardı? “Kapıyı kırın! Çabuk! Çabuk!” diye bağırırlarken kapılar açıldı. Kraliçe eşikte duruyordu.

Elbisesi, elleri, yüzü, koyu kan lekeleriyle kaplanmıştı Klytaimnestra’nın. Kendine güvenir bir hali vardı yine de. “Kocam ölü yatıyor içeride,” dedi, “kendi elimle cezasını verdim.” Elbisesinde, yüzünde onun kanının leke1 eri duruyordu işte. Kendini savunacak değildi. Çocuğunu öldüreni öldürmüştü, o kadar.

Sevgilisi gelip yanında durdu. Thyestes’in en küçük oğlu Aigisthos, o korkunç şölenden sonra doğmuştu. Agamemton’a kin beslemezdi, ama çocukları öldürterek şölen sofrasına koyan Atreus ölü olduğuna göre, cezayı oğlu çekmeliydi.

Kraliçeyle sevgilisi kötülüğe kötülükle son verilmeyeceğini bilirlerdi. Yine de, bu ölümün yeni kötülükler doğuracağını akıllarına bile getirmediler. “Artık ikimiz de kan dökmeyeceğiz,” dedi Klytaimnestra. “Bundan böyle ülkeyi biz yöneteceğiz. Her şey yoluna girecek.” Boş bir umuttan başka neydi ki bu? Iphigeneia’nm iki kardeşi vardı. Elektra adlı bir kızla Orestes adlı bir delikanlı. Orestes orada olsaydı, Aigisthos ne yapar yapar öldürürdü onu; ama delikanlı güvenilir bir dos-tun yanma yollanmıştı. Kızı Öldürmeyi Aigisthos kendine yakıştıramadı, ona acı çektirmekle yetindi. Tek umudu vardı Elektra’nın: bir gün Orestes gelip babalarının öcünü alırdı belki. Aigisthos ölmeliydi, ama onun suçu annesininkinin yanında ne kadarcık kalıyordu ki? Babanın öcünü almak için anneyi öldürmek doğru muydu? Uzun yıllar boyunca, Klytaimnestra ile Aigisthos egemenliklerini sürdürürlerken, günlerini hep acı acı düşünerek geçirdi Elektra.

Orestes daha da büyüyüp kılıç kullanacak çağa gelince, durumunun ne kadar güç olduğunu anladı. Bir oğulun babasını öldürenleri öldürmesi, en başta gelen ödeviydi. Ama annesini öldüren insana ölümlüler de, ölümsüzler de canavar gözüyle bakarlardı. En kutsal ödevi, en büyük suçla sıkı sıkıya bağlanmıştı. Doğru olanı yapmak “isterken, iki kötü yoldan birini seçmek zorunda kalacaktı: ya babasını unutacak, ya annesini öldürecekti.

İçini yakan kuşkuya dayanamayarak yola çıktı Orestes. Delphoi’ye gidip Apollon’a akıl danışacaktı. Duru sesiyle tanrı ona yol gösterdi:

öldürenleri öldür.
ölüme ölümle karşılık ver,
Eski kanlara, kanla.       

Orestes anlamıştı artık. Demek uğursuzluk onun da başındaydı. Kendi sonunu düşünmeden öç alması gerekiyordu. Çocukluğundan beri görmediği evine gitmek için yola çıktı; arkadaşı Pylades de yanındaydı. İkisi birlikte büyümüşlerdi, öyle her arkadaşlıkta rastlanmayan bir sevgiyle bağlıydılar birbirlerine. Elektra bilmiyordu onların geleceğini, ama umudunu kesmemişti.

Bir gün babasının mezarına varıp sunular sundu, tanrılara yakarmaya başladı: “N’olur, evine yollayın Orestes’i.” İşte o sırada Orestes belirdi yanıbaşında. “Ben senin kardeşinim,” dedi. “Bak, işte ayrılırken örüp bana verdiğin pelerin.”

Elektra inanmıştı bile. “Yüzün tıpkı babamın yüzü.” diye haykırdı. Sonra acı yıllar boyunca kimsenin kendisinden istemediği sevgiyi sundu kardeşine.

Hepsi, hepsi senin simdi,
Ölen babama duyduğum sevgi,
Anneme verebileceğim sevgi,
Zavallı “kardeşimin sevgisi, zalimce öldürülen,
Hepsi senin şimdi, yalnız senin.

Orestes o kadar düşünceliydi ki, kardeşinin dediklerini duymadı bile. Onun sözünü keserek içini döktü, yüreğini yakan düşünceleri açtı. Üçü bir olup, neler yapacaklarını tasarladılar. Orestes’le Pylades, saraya giderek, Orestes’in ölüm haberini vereceklerdi. Klytaimnestra ile Aigisthos çok sevineceklerdi buna, habercileri görmek isteyeceklerdi. Bir kere saraya girsinler, gerisi kolaydı. Böyle birdenbire ortaya çıkışları kraliçeyi öyle şaşırtacaktı ki… İki arkadaş, kılıçlarına güveniyorlardı.

Saraya alındılar. Bir süre sonra kapılar ağır ağır açıldı. Klytaimnestra çıktı, merdivenin başında kıpırdamadan durdu. Ansızın bir gürültü koptu içeride. Tutsaklardan biri dışarı fırlayıp, “Efendimiz,” diye bağırdı, “aldattılar sizi! Orestes burada… İşte!” O zaman her şeyi anladı Klytaimnestra. Bir balta getirmesini buyurdu tutsağa. Kendisi savunmaya kararlıydı, ama baltayı eline alınca vazgeçti bundan. Kılıçlı bir delikanlı gelmişti yanma. Kılıçtaki kanın kimin kanı olduğunu anladı, kabzayı tutan eli tanıdı. Birden başka bir şey geldi akima. Kendini başka türlü savunacaktı. Karşısındaki adamın annesi değil miydi? “Dur oğlum,” dedi ona, “göğsüme bak. Kaç kere başını oraya dayıyarak uyumuştun. Da-”” ha dişlerin çıkmamışken, küçücük ağzınla süt emdin göğsümden, öyle büyüdün…”

“Ah, Pylades!” diye haykırdı Orestes. “Benim annem o. Bağışlasam olmaz mı?”

Arkadaşı, “Olmaz,” dedi kesin bir sesle. “Apollon böyle buyurdu. Tanrıların sözünden çıkılmaz.”

“Peki,” dedi Orestes. Sonra annesine döndü:

“Hadi, gel benimle.”

Klytaimnestra için yapılacak şey kalmamıştı. Oğlunun ardından saraya girdi.

Orestes dışarı çıktığı zaman, avluda bekleşenler ne yaptığını sormadılar bile ona. Ağızlarını bile açmadan, acıyarak süzdüler delikanlıyı. Orestes onları görmüyordu. Gözleri ötelere takılmıştı. Güçlükle konuştu:

O adamı öldürdüm. Suçum yok bunda. Alçağın biriydi, Ölmedi gerekiyordu. Ama annem… Acaba suçlu muydu, işlemiş miydi bu günahı? Annemi öldürdüm, diyorum size. Ama sebepsiz yere değil. Alçaklık edip babamı öldürmüştü çünkü.”

O korkunç görüntülere dikiliydi gözleri.

“Bakın,” diye bağırdı, “bakın, kadınlar var orada! Saçları karayılanlara benziyor! Kapkara!”

“Sana öyle geliyor,” dediler. “Kadın filân yok burada. Korkma.”

“Görmüyor musunuz?” diye haykırdı Orestes. “Bana öyle gelmiyor. Annem yollamış. Görüyorum onları. Çevremde toplanıyorlar. Kan damlıyor gözlerinden. “Bırakın, bırakın beni.”

Sonra görünmeyen düşmanlarıyla kaçıp gitti oradan.

Ülkesine döndüğünde yıllar geçmişti. Birçok yer dolaşmış, ardından gelen korkunç görüntülerden kurtulamamıştı. Çektiği acı çökertmişti onu; ama her şeyini yitirirken bir kazancı olmuştu. “Acı, çok şeyler öğretti bana,” diyordu. Her günahtan kurtulabilirdi; bunu öğrenmişti bir kere. Annesini öldürdüğü halde tertemiz olabilirdi yeniden. Apollon, Athena’ya yolladı onu; tanrıçaya açılsın istedi. Yalvarmaya gidiyordu, içi güvenle doluydu. Arınmak isteyenler geri çevrilmezlerdi; üstelik yıllardır çektiği acı, suçunun kara lekesini soldurmuştu iyice. “Duyduklarımı tertemiz dudaklarla anlatacağım Athena’ya,” diyordu.

Athena onun yakarışını dinledi. Apollon da delikanlıdan yanaydı: “Yaptıklarından ben sorumluyum,” dedi. “Benim buyruğumla öldürdü.” Orestes’in ardından gelen korkunç görüntüler, Erinys’ler, delikanlıyı suçlu görüyorlardı. Orestes, onların suçlamalarını soğukkanlılıkla dinledi. “Annemin ölümünden Apollon değil, ben sorumluyum,” dedi, “ama suçumun cezasını çektim, arındım.”

Atreus soyundan gelen hiç kimse böyle sözler söylememişti daha önce, suçundan ötürü acı çekerek arınma yolunu aramamıştı. Athena, Orestes’in dileğini kabul etti, öçten yana olan Erinys’leri de öyle bir kandırdı ki, bu bağışlama sonucunda onlar da değiştiler, yakaranları koruyan iyiliksever Eumenid’ler oluverdiler. Delikanlı günahlarından kurtulunca, uzun bir süredir aileyi kasıp kavuran uğursuzluk da yok oldu. Athena’nm tapınağından arınmış olarak çıktı Orestes. Arktık ne o, ne de ondan sonrakiler, geçmişin dayanılmaz gücünün etkisiyle kötü yola sapmayacaklardı. Atreus soyunu saran lanetin sonu gelmişti.

 

Troya Savaş Öncesi Kahramanları; Theseus

 

Atina’lı kahramanlar içinde en ünlüsü olan Theseus, kral Aigeus’un oğluydu. Yunanistan’ın güneyindeki bir başka şehirde doğmuş, çocukken babasını hiç görmemişti. Babası daha o doğmadan Atina’ya dönmüştü çünkü ama gitmeden büyük bir taşın altına bir kılıçla bir çift ayakkabı koymuştu. Karısına, “Yakında çocuğumuz olacak, biliyorum,” demişti, “çocukluğunu burada, senin yanında geçirsin. Oğlan olursa, şu taşı kaldıracak çağa gelinceye kadar ayrılmasın bu şehirden. Büyüyüp de bu taşı kaldırdığı zaman altındaki kılıcı alsın, ayakkabıları giysin, Atina’ya gelip beni bulsun.”

Aradan yıllar geçti. Babasını hiç görmeden büyüdü Theoeus. Günün birinde annesi onu taşın yanına götürüp babasının dediklerini anlattı. Theseus hiç zorluk çekmeden kaldırdı taşı. Ayakkabıları giydi, kılıcı kuşandı, gidip babasını görmeye karar verdi. Büyükbabası koca bir gemi hazırlattı, yanma adamlar verdi. Anlaşılan çabucak ün kazanmak istiyordu. Theseus, deniz yolculuğunun kolay, tehlikesiz olduğunu ileri sürerek Atina’ya kara yoluyla gideceğini söyledi. Aklında hep Herakles vardı.

Kendi başından da tehlikeli serüvenler geçsin, adı Herakles’in adı gibi bütün ülkelere yayılsın istiyordu. Annesiyle büyükbabasının yalvarıp yakarmaları para etmedi. Büyükbabası ne kadar, “Gemiyle git, sağ salim Atina’ya varırsın kara yolu soyguncularla, başıbozuklarla dolu,” dediyse de Theseus bu akıllıca sözlere kulak asmadı, tek başına yola çıktı.

Theseus’un büyükbabasının söyledikleri doğruydu. O zamanlar Yunanistan’ı soyguncular sarmıştı. Yolcuları her kayanın ardında, her ağacın gölgesinde bir tehlike beklerdi. Soyguncuların en ünlüleri Skiron, Siniş bir de Prokrustea Skiron, yakaladığı, yolcuya önce ayaklarını yıkatır, sonra onu bir tekmeyle kayalardan aşağı, denize fırlatırdı. Siniş, birini yakaladı mı hemen iki çam ağacını yere eğer, zavallının bir ayağını bir ağaca, bir ayağım da öteki ağaca bağlar, sonra çamları bırakıverirdi. Yolcu hemen parçalanırdı tabii. Prokrustes’in adam öldürmesi ise başka türlüydü. Demirden bir yatağı vardı bu soyguncumun. Yakaladığı yolcuyu o yatağa yatırır, adamcağızın boyu kısaysa kollarından bacaklarından çeke çeke uzatır, işkenceyle canım alırdı. Adamın başıyla bacakları yataktan taşıyorsa, kılıcıyla ‘‘fazlalıkları’’ doğrardı. Yatakla tıpatıp aynı boyda olan birine rastlayıp rastlamadığı bilinmiyor.

Theseus, yoluna çıkan bütün soyguncuları Öldürdü. Skiron’a ayaklarını yıkattı, sonra bir tekmeyle uçurumdan aşağı yuvarladı onu. Sinisi iki çam ağacının arasına gererek paramparça etti. Prokrustes’i de kendi yatağında doğradı. Yunanistan da soygunculardan, haydutlardan temizlenmiş oldu.

Bu kahramanlıklar büyük bir ün sağladı Theseus’a; bütün ülke onun adıyla çalkalanmaya başladı. Delikanlı, Atina’ya vardığı zaman kral Aigeus karşıladı onu. Karşısındakinin kendi oğlu olduğunu bilmeden sarayına çağırdı, bir şölen verdi. Bir yandan da, Theseus’un ününden korkuyor, tahtını elinden alır diye içi içini yiyordu. Medeia da saraydaydı o zamanlar. Korinthos’tan kaçtıktan sonra Atina’ya gelmiş, Aigeus’un gönlünü çelmişti. Büyü yoluyla, Theseus’un kiralın oğlu olduğunu öğrenmişti. Delikanlı, kendisiyle Aigeus’un arasını açar diye çekiniyordu. Gidip kirala, “Bu adamı öldür-sen iyi olacak,” dedi, “belki Şenin yerini almaya kalkar. En iyisi, şölende onu zehirle, kurtul.”

Şölen sırasında Aigeus, içine Şehir damlatılmış bir bardak içki sundu Theseus’a. Theseus, bardağı dudaklarına götüreceği sırada durdu; artık krala, onun oğlu olduğunu göstermenin sırası geldiğini düşünmüş olacak ki kılıcını kınından çekti. Karşısındaki delikanlının kendi oğlu olduğunu anlayan Aigeus, hemen fırlayıp bardağı kaptı onun elinden, içkiyi yere döktü. Sonra. Medeia’yı aradı gökleriyle. Ama Medeia ortalarda yoktu, yine arabasına atladığı gibi kaçmış, bu kere de Asya’ya gitmişti.

Aigeus, Theseus’un kendi öz oğlu olduğunu bildirdi Atinalılara: “Ben Öldükten sonra kiralınız o olacak,” dedi. Halk, böyle yiğit bir delikanlının ileride tahta geçeceğine çok sevindi. Kısa bir süre sonra Theseus, yiğitliğini yeniden göstermek fırsatını buldu.

 

 

 

Büyük Mitoloji Ailelerinden Athenai Soyu: Prokris ile Kephalos

Güzel, güzel olduğu kadar da talihsiz bir kadın, olan Prokris, Prokne ile Philomele’nin yeğenleriydi. Rüzgârlar tanrısı Aiolos’un torunu Kephalos’la evliydi. Mutluluk içinde yaşayıp gidiyorlardı; ama bu mutluluk, Şafak tanrıçası Aurora’-nın araya girmesiyle bozuldu.”

Kephalos, her sabah erkenden kalkıp geyik avına çıkardı. Şafak, genç avcıyı birkaç kere görmüş, ona âşık oluvermişti. Ama Kephalos’un gözü, Prokris’ten başkasını görmüyordu. Aurora, yakışıklı delikanlının bu bağlılığını koparmak için elinden geleni yaptı. Sonunda, “Bakalım,” dedi, “karın da sana bu kadar bağlı mı? Nereden biliyorsun seni aldatmadığım?”

Bu soru, Kephalos’u çılgına çevirdi. Uzun süredir kanımdan uzaktaydı. Üstelik Prokris de Öyle güzeldi ki… Karımın kendisine bağlılığını denemeden İçi rahat etmeyecekti. Hemen kılık değiştirerek ülkesine döndü. Bazıları, bu konuda Aurora’nm delikanlıya yardım ettiğini söylerler. İster etmiş, ister etmemiş olsun, öyle değişik bir kılığa girdi ki Kepha değil karısı, neredeyse kendi bile tanıyamayacaktı kendisini.

Kıskanç avcıyı, acılı yüzlerle karşıladılar evinde. Delikanlı. “Neden böyle üzüntülüsünüz?” diye sordu hizmetçilere. “Efendimiz uzaklarda da onun için,” cevabını aldı. Bunu duyunca çok sevindi Kephalos: “Demek beni bu kadar çok seviyorlar,” diye düşündü. Prokris’in karşısına çıkarıldığı zaman sevinci daha da arttı. Karısı, kocasının yokluğundan ötürü öyle üzgün, öyle üzgündü ki… Kepha’os, neredeyse kendini tutamayıp kim olduğunu söyleyecekti: ama Aurora’nın alaycı sözleri geldi akima, Prokris’e yakınlık göstermeye başladı. “Ne kadar güzelsiniz.” dedi kadına. “Kocanız uzaklarda kim bilir kiminle sevişirken siz burada tek başınıza solup gidiyorsunuz.”

Prokrİs, ağırbaşlı davranışını sürdürdü, karşısındaki yabancıya yüz vermedi. “Ben kocama bağlıyım,” dedi, “o nerede olursa olsun, ben ondan başkasını sevemem.”

Birkaç gün sonra, kılık değiştirmiş Kephalos’un üstelemelerine dayanamayarak bir an duraklayıverdi. Bu duraklama Kephalos İçin yetti de arttı bile. “Utanmaz kadın!” diye bağırdı. “Bak, işte ben senin koçanım! Beni aldatmaya kalkarsın ha? Kendi gözlerimle gördüm!” Aslında gördüğü bir şey yoktu ya, neyse…

Prokris, uğradığı bu haksızlığa dayanamayarak evden kaçtı. Sevgisi, ansızın nefrete dönüvermişti. Kocasına da, bütün erkeklere de lanet ederek dağlara çıktı. Yalnız başına yaşayacaktı artık.

Çok geçmedi, Kephalos suçunu anladı; karısının izini aradı bir süre. Sonunda Prokris’i saklandığı yerde bularak bağışlamasını diledi. Kocasını hemen bağışlamadı Prokris, ama sonunda onunla yeniden aynı evde oturmaya boyun eğdi.

Karı-koca, eskisi gibi, mutluluk içinde yasamaya, başladılar. Gece gündüz birlikteydiler. Zaman zaman da ava çıkıyorlardı. Prokris, kocasına, nereye fırlatılırsa gidip oraya saplanan bir mızrak armağan etmişti.

Bir gün, yine ava gitmişlerdi. Karı-koca, ağaçların arasında ayrıldılar. Kephalos, çevresini gözetlerken biraz ilerisindeki bir çalılığın kıpırdadığını gördü. Karısının verdiği mızrağı çalılığa fırlattı hemen. Hayvan yerine, bağırarak bir kadın yığıldı otların arasına. Bu kadın, Prokris’te ölmüştü.

 

 

Mitoloji Soyluları Atreus Soyundan; “İpheigeneia Taurisler Arasında”

Yunanlılar, insanların kurban edilişini anlatan öykülerden hiç hoşlanmazlardı. Bu iş, ister öfkeli tanrıları yatıştırmak, ; ister Toprak Ana’nın ekinlerini yeşertmek için yapılsın, korkunç bir şeydi onların gözünde. Kurban isteyen tanrı, kötü ‘ bir tanrıydı. Euripides’in sözleriyle, “Kötülük yapan tanrılar, tanrı değildi.”

İşte bu yüzden, Iphigeneia’nın Aulis’te kurban edilişini anlatan başka bir öykü yaymak gereği duyuldu. Eski öyküye göre, Yunanlılar; Artemis’in sevdiği yabanî hayvanlardan birini öldürmüşler, tanrıçanın gözüne yeniden girebilmek İçin de genç bir kızı kurban etmek zorunda kalmışlardı. Ama sonraları, bunun Artemis’e atılan bir iftira olduğuna karar verildi. Küçük, çaresiz yaratıkların koruyucusu, ormanların, koruların güzel tanrıçası böyle bir şey ister miydi hiç? Öykünün sonu hemen değiştirildi.

Aulis’teki Yunanlı askerler, Iphigeneia’nm ölümü beklediği odaya girince kızı annesiyle yan yana buldular. Iphigeneia, annesinin kendisiyle mihraba kadar gelmesini istemedi. “Benim için de, senin için de böylesi daha İyi,” dedi. Klytaimr: nestra, odada tek başına kaldı. Bir süre sonra koşa koşa bir haberci geldi yanına, “iyi haberlerim var size!” diye haykırdı. “Kızınız kurban edilmedi. Rahip onu kesmeye hazırlanırken, orada bulunan herkes önüne bakıyordu. Rahibin çığlığını duyunca başımızı kaldırdık. Kızınız ortalarda yoktu. Boğazı kesilmiş bir geyik yatıyordu mihrabın önünde. Rahip, “Bu olsa olsa Artemis’in işidir,” dedi; “tapınağında insan kanı istemez o. Kurbanı kendisi buldu. Dileğimizi kabul etti.” Rahip böyle dedi kraliçem. Bende oradaydım. Kendi gözlerimle gördüm. Kızınızı tanrılar kaçırdı;”

Ama Iphigeneia gökyüzüne çıkarılmadı. Artemis, Karadeniz kıyılarındaki Tauris ülkesine götürdü onu. O sıralarda, önlerine çıkan her Yunanlıyı tanrıçaya kurban eden yabanî insanlar yaşıyordu Turis’te. Artemis, Iphigeneia’nın sağ kalması için elinden geleni yaptı; onu tapınağına rahibe diye koydu.

Günün birinde, kıyıya bir Yunan gemisi yanaştı. Denizcileri fırtına atmamıştı oraya; kendi istekleriyle gelmişlerdi. Oysa Tauris’lilerin, yakaladıkları Yunanlılara neler yaptıklarını bilmeyen yoktu. Mutlaka önemli bir sebep vardı gelmelerinde. Şafak sökerken iki delikanlı gemiden inip gizlice tapmağa doğru yürüdüler. Soylu kişiler oldukları besbelliydi; kral oğullarına benziyorlardı. Yalnız, birinin yüzünde, çektiği acıların izler okunuyordu. “Tapmak bu, değil mi Pylades” diye sordu arkadaşına. “Evet, Orestes,” dedi öteki. “O uğursuz yer burası olacak.”

Orestes günahlarından kurtulduktan sonra gelmişlerdi buraya. Bu öyküye göre, Erinys’lerden bazıları Athena’nm kararını beğenmemişler, delikanlının yakasını bırakmamışlardı. Belki de kendisine öyle geliyordu. Yalnız, bu karardan sonra rahata kavuşamamıştı. Ardından gelen düşmanlar azalmıştı azalmasına ama yok olmamıştı.

Umutsuzluk içinde Delphoi’ye gitti. Apollon’un bakıcısı yol gösterdi ona ölümü göze alması gerekiyordu. Tauris’teki Artemis tapınağına girmesi, tanrıçanın kutsal heykelini getirmesi şarttı. Ancak heykeli Athenai’ye astığı zaman rahata kavuşup görüntülerden kurtulacaktı. Pylades, bu tehlikeli yolculukta onu yalnız bırakmadı.

Tapmağa vardıkları zaman, geceyi beklemenin daha doğru olacağına karar verdiler. Günışığında mutlaka görürlerdi; karanlık, kuytu bir köşeye saklandılar.

Haberci gelip de iki genç Yunanlının biraz sonra kurban edileceklerini söylediği zaman her günkü İşlerini yapıyordu Iphigeneia. Törene hazırlanması gerektiğini anlayınca, tüyleri ürperdi. Akan kanı, kurbanların çektiği acıyı hatırladı kızcağız. “ölümsüzler hiç böyle şey ister mi?” diye düşündü kendi kendine. “İnanmam buna. Tauris’in kana susamış insanları, kendi suçlarını tanrılara yüklemek istiyorlar.”

O böyle düşünürken, yakalanan gençler getirildiler. Iphigeneia, nöbetçileri tapmağa hazırlık yapmaya yolladı; üçü yalnız kaldıkları zaman ülkelerinin neresi olduğunu sordu delikanlılara, öyle çok gözyaşı döküyordu ki, Orestes üzülmemesini söyledi ona. Gelmeye karar verdikleri zaman bunu göze almışlardı zaten. Adlarını, kardeş olup olmadıklarını sordu Iphİgeneia. “Kardeşiz, ama doğuştan değil.” dedi Orestes. “ölecek adama, adı sorulur mu?”

“His olmazsa nereli olduğunuzu söyleyin.” dedi Iphİgeneia. “Bir zamanların ünlü Mykenai’sinden geliyorum,” diye cevap verdi Orestes. Iphİgeneia, “Oranın kıralı çok ünlüydü,” dedi, “Agamemnon…”

Orestes, “Tanımıyorum onu,” diye sözünü kesti, “bırakalım bunları.”

“N olur, anlatın onu bana,” diye yalvardı Iphİgeneia. “öldü,” dedi Orestes. “Karısı öldürdü. Sorma artık.”

“Bir soru daha. Karısı yaşıyor mu?’

“Hayır,” dedi Orestes. “Oğlu da onu öldürdü.”

Üçü sessizce birbirlerine baktılar.

Titrek bir sesle, “Hak yerini bulmuş,” dedi Iphİgeneia. “Korkunç bir günah yine de.” Kendini toplamaya çalıştı. “Kurban edilen kızın sözü geçiyor mu hiç?”

“Her ölünün sözü ne kadar geçerse,” dedi Orestes. Iphİgeneia ansızın canlanmıştı.

“Üçümüzü de kurtaracak bir şey geldi aklıma,” dedi. “Sizi buradan çıkartabilirsem Mykenai’deki arkadaşlarıma benden bir mektup götürür müsünüz?”

“Ben götürmem,” dedi Orestes, “ama arkadaşım götürebilir. Buraya benim hatırım için geldi zaten. Ona mektubunu ver. Beni de öldür.”

“Peki,” dedi Iphİgeneia, “durun da mektubu getireyim.” Odadan çıkınca Pylades, Orestes’e döndü:

“Burada tek başına bırakamam seni. Bırakırsam alçak derler bana. Yok yok, seni severim.”

“Kardeşim Elektra’yı seninle evlendirdim,” dedi Orestes. “Onu koru diye. Kardeşimi bırakamazsın. Bana gelince, ölürsem kurtulurum belki.”

Onlar konuşurlarken, Iphİgeneia elinde mektupla içeri girdi. “Kıralı kandırırım,” dedi. “Benim habercimi nasıl olsa salıverir. Ama önce…” Pylades’e dönerek devam etti: “önce mektupta ne yazdığını sana anlatayım ki, eşyalarını kaybedersen ağızdan söylersin.”

“Peki,” dedi Pylades, “kime götüreceğim mektubu?” “Orestes’e. Agamemnon’un oğluna,” dedi Iphİgeneia. Mykenai’dekileri düşünüyordu. Delikanlıların şaşkınlık İçinde kendisine baktıklarını görmedi bile:

“Ona dersin kİ, Aulis’de kurban edilen kardeşi yolluyor bu mektubu. Iphigeneia ölmedi.”

“Tanrım!” diye haykırdı Orestes. “ölüler dirilebilir mi?” Iphigeneia, öfkeyle, “Sus,” dedi, “vaktimiz az. Ona beni bu yabanî ülkeden kurtarmasını yazdım. Unutma delikanlı, adı Orestes’dir.”

“Tanrım!” diye İnledi Orestes. “İnanılacak şey değil.”

“Ona söylüyorum, sana değil,” dedi Iphigeneia. Pylades’e döndü: “Unutmazsın, değil mi?”

“Unutmam,” dedi Pylades. “Zaten mektubunu hemen vereceğim. Orestes, sana mektup var. Kızkardeşinden.”

“Sözlere sığmayacak bir mutluluğa ‘kavuşturdun beni,” dedi Orestes.

Iphigeneia’yı kollarına aldı, ama kız onun kollarından kurtuldu.

“Nereden bileyim kardeşim olduğunu?” diye sordu.

“Aulis’e gitmeden önce işlediğin pelerini anlatayım mı?” dedi Orestes. “Saraydaki odanı hatırlıyor musun? İçinde neler vardı, söyleyeyim.”

Iphigeneia kollarına atıldı kardeşinin. “Canım kardeşim,** diye hıçkırdı. “Bir tanem. Ben giderken küçücük bir bebektin. Olağanüstü bir şey bu.”

“Zavallı kız,” dedi Orestes. “Sen de benim gibi acı çekmişsin. Bir de kendi kardeşini öldürecektin nerdeyse.”

“Kötü şeyler yapmaya alıştım,” dedi Iphigeneia. “Nasıl kurtarabilirim seni? Hangi tanrı, hangi insan yardım eder bize?”

Pylades sessizce bir köşede duruyordu, ama besbelli sabırsızdı. Karar verme zamanı gelmişti artık. “Buradan çıkalım da, bir şeyler düşünürüz,” dedi.

“Kıralı öldürsek,” dedi Orestes. Ama Iphigeneia bunu istemiyordu. Kral Thoas öyle iyi davranmıştı ki kendisine, ona kötülük edemezdi. Ansızın aklına bir şey geldi. Düşüncesini kardeşiyle Pylades’e anlattı. Sonra üçü birden tapınağa girdiler.

Bir süre sonra tanrıçanın heykelini elinde tutarak tapınaktan çıktı Iphigeneia. Eşikte bekleyen adama seslendi:

“Ey kırıl, dur. Kıpırdama.”

Kural, şaşkınlık içinde, ut olduğunu sordu. Yolladığı kurbanların temiz olmadığını söyledi Iphigeneia. O delikanlılar kirliydiler, annelerini öldürmüşlerdi. Artemis çok öfkeliydi.

“Heykeli kıyıya, götürüp temizliyeceğim,” dedi. “Yunanlıları da günahlarından kurtaracağım. Ancak o zaman tören başlıyabilir. Yalnız bu iş sessizlik ister. Getirin tutsakları, şehir halkına da yanıma yaklaşmamalarını buyurun.”

“İstediğinizi yapın,” dedi kral. “Zamanın önemi yok.” Sonra Iphigeneianm elinde heykelle uzaklaşmasını seyretti; Orestes’le Pylades genç kızın arkasından yürüyorlardı. Nöbetçiler, arınma töreni için gerekli çanakları taşıyorlardı ağır ağır. Iphigeneia, yüksek sesle tanrıçaya yakarıyordu. Ores-tes’in gemisinin bulunduğu körfezde gözden uzaklaştılar. Her şey yolunda gidecek gibi görünüyordu, ama gitmedi.

Denize ulaşmadan önce nöbetçileri başından savmayı başarmıştı Iphigineia. Askerler kendisinden o kadar korkuyorlardı ki, bir dediğini iki etmiyorlardı. Üçü koşarcasına gemiye bindiler, tayfalar küreklere asıldı. Ama limanın ağzına geldikleri zaman rüzgâr karaya doğru esmeye başladı. Ne kadar uğraşsalar ilerleyemiyorlardı. Geri geri giden gemi kayalara çarpacaktı nerdeyse. Tauris’lilerin akılları başlarına gelmişti. Kral Thoas, öfkeyle tapmaktan inip, tutsaklarla rahibeyi yakalatmaya karar verdi. O sırada bir ışıltı belirdi önünde… Bir tanrıçaydı bu.

“Ey kral, dur,” dedi tanrıça. “Ben Athena’yım. İşte söylüyorum sana. Bırak gemi gitsin. Poseidon rüzgârları, dalgaları yatıştırıyor şu anda; yolculukları iyi geçsin istiyor. Iphigeneia ile yanındakilere tanrılar yol gösteriyor, öfkeyi bir yana bırak.”

Thoas, “Buyruklarınız yerine getirilecek, tanrıçam,” dedi.

Kıyıdaki gözcüler, rüzgârın dindiğini, dalgaların yatıştırdığını gördüler. Gemi engine doğru açıldı.

 

 

Önemli Görülmeyen Mitoloji Öyküleri: Erysikhton ve Pomona ile Vertumnus

Erysikhton, toprak ana Demeter’in korusunda bulunan en yüksek meşe ağacım keserek suç işlemiş biriydi. Adamları, meşeye dokunmamasını söylemişlerdi ona. Erysikhton; bu akıllıca sözlere kulak bile aşmamış, baltayı kapıp ağacın gövdesine indirmişti. Hemen kan fışkırmıştı baltanın değdiği yerden. Kabukların arasından gelen bir ses, “Beni kesersen Demeter seni cezalandırır,” diye bağırmıştı. Erysikhton yine aldırmamış, çevresinde orman perilerinin dansettiği meşeyi tek başına kesmişti.

Bunu gören orman perileri, Demeter’e ağacının kesildiğini haber verdiler. Öfkeden kanı beynine çıkan tanrıça, “Kim kesti?” diye gürledi.

“Erysikhton.”

“Onu öyle bir cezalandıracağım ki… Herkes görüp öğrensin bakalım, benim ağacımı – kesmek ne demekmiş!”

Sonra, Kıtlık’ın yaşadığı karanlık ülkeye koştu. “Aman,” dedi, “şu adama öyle bir oyun et ki ömrü boyunca doymak bilmesin.”

Kıtlık, tanrıçanın sözünü tutarak Erysikhton’un evine gitti Erysikhton uykudaydı. Kıtlık, cılız kollarına aldı onu, adamcağızın midesine açlık ekti.

İşte ne olduysa o anda oldu. Erysikhton uyanarak bağırıp çağırmaya başladı. “Karnım acıktı, yemek getirin, .çabuk!” diye haykırıyordu. Adamları hemen yemek yetiştirdiler ona; ama efendileri. Doymak bilmiyor, yedikçe yiyordu. Daha ağzına attığı lokma boğazından kayarken yine acıktığını söylüyordu.

Günlerce sürüp gitti bu durum. Erysikhton, nesi var nesi yoksa satıp karnım doyurdu. Daha doğrusu, doyurmaya çalıştı. Sonunda satacak eşyası kalmayınca, kızını elden çıkarmaya karar verdi. Zor olmadı bu, kızı güzeldi; hemen bir alıcı çıktı.

Zavallı kız, kendisini satın alan adamın arkasından gemiye giderken, tutsaklıktan kurtulmak için Poseidon’a yalvardı. Deniz tanrısı, yalvarışı duyup bir balıkçı yapıverdi onu. O kadar para döküp güzel bir tutsak alan adamcağız, arkasına dönüp de bakınca kıyıda bir balıkçıdan başka kimseyi göremedi. “Burada bir kız vardı demin. Gördün mü?” diye sordu. “işte bak, ayak izleri duruyor kumda.”

Balıkçı, “Deniz tanrısı üstüne yemin ederim ki, sizden başka kimseyi görmedim ben,” diye cevap verdi. Çıldıracağım sanan adamcağız, gemisine binip denize açılınca, Erysikhton’un kızı eski biçimini alıp eve döndü.

Bu olaydan sonra Erysikhton, kızını üst üste sattı. Kız her keresinde ya at, ya kuş, ya da başka bir şey olup kurtuluyordu.

Sonunda kızından elde ettiği parayla da doymaz oldu Erysikhtön, kendi gövdesini yiyerek öldü.

Pomona İle Vertumnus

Bu iki sevgiliye Yunan mitologyasmda değil, Roma mitologyasında rastlanır. Pomona bir nympheydi; ama öteki nymphelere benzemezdi. Ormanlardan, korulardan hoşlanmazdı hiç. Sadece, meyveleri, meyve bahçelerini sever, gününü bahçıvanlıkla geçirirdi. Evlenmeyi aklından bile geçirmiyordu. Güzeldi güzel olmasına, üstelik becerikliydi. İyi bir ev kadını olabilirdi, ama erkeklerden kaçıyordu.

Yakışıklı bir delikanlı olan Vertumnus, Pomona’yı seviyordu. Ne yapsın zavallıcık, kılık değiştirip dişi bahçıvanın karşısına çıktı. Çirkin bir çoban kılığına girip nympheye bir sepet meyve götürdü. Bir süre sonra da başka bir kılıkta ziyaret etti sevgilisini.

Vertumnus artık alışmıştı. Aşağı yukarı her gün başka başka biçimlerde Pomona’nın yanma gidiyordu. Biraz konuşup ayrılıyorlardı, ama aşktan yüreği yanan delikanlı, yeterli bulmuyordu bunu.

Sonunda yaşlı bir kadın kılığına girdi. Böylece, nymphernin kendisine daha yakınlık göstereceğini umuyordu. Umduğu gibi de çıktı. Pomona daha rahat konuştu onunla. “Ne güzel meyveler getirmişsin,” dedi. “Aman kızım,” dedi Vertumnus, “senin güzelliğin yanında bunlar ne ki? Gel de seni öpeyim bir kere.”

Sonra, kendisinin kim olduğunu bilmeyen kızcağızı öpmeye başladı, öptükçe öptü, öptükçe öptü, öpüşlerinin biçimi de değişti gitgide. Pomona baktı ki yaşlı kadının öpüşleri kendi bildiği gibi değil, kuşkulandı. Vertumnus’un kollarından kurtulup birkaç adım uzaklaştı.

Vertumnus, “Bana bak,” dedi, “şu meyve ağacını görüyorsun ya… Meyvesiz ne işe yarar bu ağaç? Sen öylesin işte. Tek başına yaşamak istiyorsun. Şimdi dinle beni. Vertumnus seni seviyor. Senden başkasına bakmıyor bile. O da usta bir bahçıvan. Sonra Venüs, evlenmeyenlerden, sevmeyenlerden hiç hoşlanmaz. Bakarsın taşa çeviriverir seni.”

Sonra üstündeki kadın elbiselerini çıkarıp attı. Karşısındakinin tığ gribi bir delikanlı olduğunu gören Pomona şaşırdı kaldı. Ne de güzel konuşmuştu delikanlı, bakarsın Venüs sahiden taşa çeviriverirdi adamı. Eh, öyleyse… O günden sonra ikisi el ele verip çeşit çeşit meyveler yetiştirdiler.

 

 

Mitoloji’nin Büyük Aileleri Atreus Soyundan: “Tantalos ile Niobe”

Tantalos, Zeus’un oğluydu; babasının bütün öteki ölümlü çocuklarından daha çok değer verilirdi ona. Tanrılar onun kendi sofralarında oturmasına göz yumar, ölümlülere yasak olan Ambrosia’yla Nektar’dan yiyip içmesine bir şey demezlerdi. Bu kadarla kalsa yine iyi bir keresinde sarayında verdiği bir şölene gittiler, onun sofrasına oturmak alçakgönüllülüğünü gösterdiler. Ama o, karşılık olarak taunlara öyle kötü davrandı kİ, hiçbir ozan ondan yana çıkmadı bir daha. Tantalos, tek oğlu Pelops’u öldürttü, büyük bir kazanda kaynattırdı, sonra da tanrıların önüne yemek diye koydu. Herhalde öylesine nefret ediyordu ki tanrılardan, onları yamyam durumuna düşürmek için biricik oğlunu bile gözden çıkarmıştı. Belki de o saygıdeğer tanrıları aldatmanın ne kadar kolay olduğunu akla gelmeyecek bir oyunla göstermek istemiştir… Ölümsüzleri o kadar küçük, kendini o kadar büyük görüyordu ki, konuklarının önlerine konulan yemeğin ne olduğunu anlayabileceklerini düşünememişti.

Düpedüz aptallık etmişti Tantalos. Olympos’lular anlamazlar mı hiç? Korkunç yemeğe ellerini bile sürmediler; kendilerine bu oyunu oynayanı Öyle bir cezaya çarptıracaklardı ki, bunu duyanlar bir daha onları küçümsemeye yeltenemeyeceklerdi. Hades’in göllerinden birine yerleştirdiler Tantalos’u. Tantalos, susuzluğunu gidermek için göle her eğilişinde sular çekiliyor, doğrulduğu zaman da dizlerine kadar yükseliyordu. Gölün üstünde yemiş ağaçlarının armutlardan, – narlardan, al al elmalardan, sulu incirlerden ağırlaşmış dalları sarkıyordu. Tantalos, bir yemiş koparmak için elini uzatmaya görsün, rüzgâr hemen dalları savuruyordu. Böyle kalmaya mahkûmdu; kuru boğazı, aç karnıyla sonsuza kadar yaşayacaktı.

Tanrılar, Pelops’u yeniden canlandırdılar; ama fildişinden bir kol yapmak zorunda kaldılar ona, Tanrıçalardan biri bazılarına göre Demeter, bazılarına göre ise, Thetis bilmeyerek o iğrenç yemekten yemişti. Çocuğun parçaları bir araya getirilince, bir omuzun eksik olduğu görüldü. Ne olacak ölümsüzler bunun da bir kolayını buluverdiler.

Pelops’un korkunç öyküsü, katılığını yitirmeden günümüze kadar gelmiştir. Sonraları Yunanlılar bu öyküden hoşlanmamışlardı. Pindaros, Gerçeği yalanla değiştiren bir öykü bu insan etini hiç yer mi kutsal tanrılar diyor. Her neyse… Pelops’un hayatı bu olaydan sonra mutluluk içinde geçti. Tantalos’un soyundan gelenler arasında başı derde girmeyen tek kişi o oldu. Birçok kimsenin ölümüne sebep olan Hippodameia’ya tutulduğu halde…

Hippodameia’nın babasının çok güzel bir çift atı vardı. Onları kirala Ares vermişti; bu yüzden bütün ölümlü hayvanlardan üstündü o atlar. Kıra], kızını evlendirmek istemezdi; ne zaman onunla evlenmek isteyen bir genç çıkagelse, önce babasıyla yarışmak zorunda kalırdı. Yarışı kazanırsa Hippodameia’yı alır, kaybederse canını verirdi. Böylece bir sürü yiğit güzel Hippodameia’nın uğruna can verdi.

Pelops bunu bilmiyor değildi; değildi ama tehlikeyi göze aldı. Poseidon’un armağanı olan atlarına güveniyordu. Yarışı kazandı. Bu başarıda atlarının olduğu kadar Hippodameia’nın da parmağı vardı. Genç kız, ya Pelops’a tutulmuş, ya da artık bu yarışlara bir son verme zamanının geldiğine inanmış olacak ki babasının arabacısı Myrtilos’u parayla kandırdı. Myrtilos, kralın arabasının tekerleklerini gevşetince yarışı Pelops kazandı. Sonraları, kendisinin Hippodameia’yla evlenmesini sağlayan arabacıyı öldürttü Pelops. Bazıları aileyi kasıp kavuran felâketlere asıl bu davranışın sebep olduğunu söylerler; ama yazarların çoğuna göre, torunlarına uğursuzluk getiren, Tantalos’dur.

Bu soydan gelen kimse, Tantalos’un kızı Niobe’ninki kadar korkunç bir cezaya çarpıtılmamıştır. Oysa herkes, tanrıların, kardeşi Pelops’a davrandıkları gibi davranacaklarını sanmıştı ona. Evlilik hayatında mutluydu Niobe. Kocası Amphion, Zeus’un oğluydu. Lyra çalmada kimse yanşamazdı onunla. Amphion, bir keresinde ikiz kardeşi Zethos’la birleşerek Thebai’nin çevresine yüce bir duvar çekmişti. Güçlü kuvvetli bir adamdı Zethos, kardeşinin sporla değil de, sanatla uğraşmasını küçümserdi. Ama iş duvarı yapmak için kaya bulmaya gelince, kardeşi kendisinden baskın çıktı. Lyra’ından öyle büyüleyici ezgiler çıkarttı ki, içlenen taşlar, onun ardından taa Thebai’ye kadar geldiler.

Thebai’de Amphion’la Niobe, uzun bir süre mutluluk içinde egemenliklerini sürdürdüler. Ama Tantalos’un küstahlığı, Niobe’nin içine yerleşmişti bir kere. Pelops’un kardeşi, kendisini bütün ölümlülerden üstün görüyordu. Zengindi, soyluydu, güçlüydü. Yedi tane yiğit, yakışıklı oğul, yedi tane de birbirinden güzel kız doğurmuştu. Tanrılara babası gibi gizliden gizliye değil, açık açık meydan okumayı koymuştu aklına.

Thebai halkına, kendine tapınmalarını söyledi bir gün. “Leto benim yanımda nedir ki?” dedi. “Topu topu iki çocuğu var: Apollon’la Artemis. Benimkiler onların yedi katı. Üstelik ben kraliçeyim. O ise Delos’a sığınıncaya kadar, yersiz yurtsuz gezginin biriydi. Artık Leto’ya değil, bana tapacaksınız.”

Kendi gülleriyle bası dönenlerin kızgınlıkla söyledikleri sözler gökyüzünde hemen duyulur. Çok geçmeden Apollon’la Artemis, Thebai’ye geldiler, bir vuruşta Niobe’nin bütün çocuklarını yere serdiler. Niobe, yas içinde, o genç, güçlü gövdelerin yanma çöktü. Yüreği taş kesilmişti sanki. Gözlerinden oluk gibi yaşlar akıyordu. Tanrılar, gece gündüz ağlayan bir taş parçasına çevirdiler onu.

Pelops’un iki oğlu oldu: Atreusla Thyestes. Uğursuzluk bütün gücüyle onları da sardı. Thyestes ne yapıp yapıp kardeşinin karısını elde etti. Atreus, kardeşiyle karısının seviştiklerini anlayınca, akla gelmeyecek kadar korkunç bir ceza düşündü. Thyestes’in iki küçük çocuğunu öldürüp parça parça doğrattı, kaynattırdı, babalarının önüne yemek diye koydu.

Kardeşi kral olduğu için Thyestes’in elinden bir şey gelmedi. Atreus’un çocuklarıyla torunları, bu davranışın cezasını çektiler.

 

Büyük Kahramanlar; Perseus “Troya Savaşı Öncesi”

Argos kralı Akrisios’un bir tek çocuğu vardı. Danae adındaki bu kız, ülkenin en güzel kızıydı. Günlerden bir gün, Akrisios, Delphoi tapınağına giderek bakıcıya ilerde torunu olup olmayacağını sordu bakıcı, Danae’nin bir oğlu olacağını, çocuğun da büyüyerek ilerde kıralı öldüreceğini bildirdi.

Üzüntüden şaşkına dönen kiralın yapabileceği bir tek şey vardı aslında: kızını öldürmek. Ama Akrisios’un: elinden gelmedi bu; babalık duyguları pek güçlü değildi güçlü olmasına, ama tanrılardan korkuyordu. Yeraltında demirden bir ev yaptırdı; evin sadece damında küçücük bir delik vardı. O delikten içeriye hava ve ışık girebiliyordu. Kimsenin o eve giremeyeceğine aklı yatan Akrisios, kızını oraya kapattı.

“Günlerini orada, geçirmeye başladı
Güzel Danae.  Günışığının yerini
Demir duvarlar aldı.
Bir mezar kadar karanlık odasında
Tutsaklar gibi yaşadı.
Ama bir gün Altın yağmurlarla indi Zeus yanına.”

Demir duvarlı odasında uzun günlerin, uzun saatlerin geçmesini beklemekten başka bir şey yapamayan, sadece tavandaki delikten beyaz bulutlara bakan Danae, bir gün Zeus’la; sevişti. Tanrılar tanrısı altın bir yağmur olarak inmişti tavandan. Sonunda Delphoi’deki bakıcının dedikleri çıktı; kırat Akrisiosün bir torunu oldu.

Danae, oğlunu bir süre kraldan gizledi; ama oda küçücüktü. Çok geçmeden Akrisios, bebeğin farkına vardı.

“Oğlun oldu demek!” diye öfkeyle bağırdı.
“Evet,” dedi Danae.
“Kimden bu çocuk?”
Danae, gururla: “Zeus’tan,” diye cevap verdi.

Akrisios Önce inanmadı buna. Torununu öldürmek istedi, ama yine tanrılar geldi aklına. Büyük bir sandık yaptırdı. Perseus adı verilen bebekle Danae’yi o sandığa koyup denize attırdı.

Ana oğul, sabaha kadar denizin ortasında kaldılar. Gün doğarken, dalgalar sandığı kıyıya attı. Zeus, gücünü göstermişti yine. Diktys adlı bir balıkçı, ana-oğulu bulup kurtardı. Zavallıları evine, karısının yanma götürdü. Karısı da, kendisi gibi iyi yürekliydi. Çocukları yoktu, ana-oğula kendi çocukları gibi baktılar.

Aradan yıllar geçti. Perseus da Diktys gibi usta bir balıkçı oldu çıktı. Diktys’in kardeşi Polydektes, ülkenin kiralıydı. Nasıl oldu da o kadar yıl Danae’yi gözünden kaçırdı, bilinmiyor; ama günlerden bir gün, zavallı kadına tutulu verdi. Perseus koca adam olmuştu artık. Polydektes de, Danae’yle evlenebilmesi için delikanlıyı yok etmek gerektiğine inanıyordu. .

Polydektes’in krallık ettiği ülkenin yakınlarında bir adada Gorgon adli yaratıklar yaşarlardı. Polydektes onlardan söz açtı Perseus’a. “dünyada en çok istediğim şey Gorgonlardan birinin başı,” dedi.

Birkaç gün sonra kral, tanıdıklarına evlenmek üzere bulunduğunu haber verdi. Tanıdıkları da kirala çeşit çeşit armağanlar götürdüler. Perseus’un bir şeyi yoktu götürecek; ama gururlu bir insan olduğu için kiralın yanma çıktı. “Ben armağanımı düğününüzde getireceğim,” dedi.

“Nedir armağanın?” diye sordu Polydektes. Perseus cevap verdi;
“Gorgon Medusa’nm başı.”
Gorgon Medusa da; kardeşleri gibi kanatlı, yılan saçlı, korkunç bir yaratıktı. Ona kim baksa hemen taş kesilirdi. Sarayda bulunanlar, Perseus’un çıldırdığını sandılar.

Bu sırada Olympos’ta iki tanrı, Kermes ile Athena, Polydektes’in ülkesini gözetliyorlardı. Olanları gördüler, Perseus’a yardım etmeye karar verdiler.

Tanrıların kendisine yardım edeceğini bilmeyen yiğit Perseus, ülke ülke dolaşarak Gorgonları aramaya başladı. Bir gün, yakışıklı, benzerine ancak şiirlerde paslanır bir delikanlı çıktı karşısına. Ayaklarında kanatlı | sandallar, elinde de kanatlı bir asâ vardı delikanlının. Başına kanatlı bir başlık giymişti.  Perseus bir bakışta onun Hermes olduğunu anlayıverdi.

Hermes yanına yaklaştı Perseus’un: “Yürekli Perseus,” dedi, “Gorgonları aradığını biliyorum. Ama Gorgonlardan önce arayıp bulman gereken üç şey var; büyülü başlık, kanatlı sandallar, büyülü çanta. Bunları ancak Kuzey, nymphelerinden alabilirsin. Nymphelerin nerede bulunduklarını ancak Çirailerden öğrenebilirsin. Alacakaranlık bir ülkede oturur bu Grailer, üstlerine hiç günışığı değmez. Ay ışığını bile bilmezler. Garip yaratıklardır; üç kişidirler, üç kocakarı. Ama bir tek gözleri vardır, onu da nöbetleşe kullanırlar. Birinin gözü kullanma sırası bitti mi, alnından çıkarır gözü, yanındakine verir. İşte sen tetikte bulunursun. Biri: gözü, ötekine verirken fırlar kaparsın. Nymphelerin yerini öğrenmeden, de gözü vermezsin.

Bununla da kalmadı Hermes, Petseus’a bir kılıç verdi. Keskin bir kılıçtı bu Gorgon Medüsa’nın başını onunla kolayca kesebilirdi. Ama Perseus, nasıl olacak da Gorgon’a o kadar yaklaşabilecekti, öyle ya, Medusa’nın yüzüne bakan taş kesiliyordu.

Perseus, bunları düşünürken Athena belirdi yanı başında. Tanrıça, kalkanını verdi delikanlıya. “Gorgon Medüsa’ya yaklaşırsın,” dedi, “ama yüzüne bakmazsın, Bu kalkan ayna gibi parlar. Kalkana bakarak varırsın Medusa’nın yanına; yine kalkana bakarak başını kesersin.”

Uzun bir süre Graileri aradı’ Perseüs. Okeanos’un kıyısından, Kiramerlerin kara ülkesinden geçti; sonunda üç kocakarıyı buldu. Grailerin gövdeleri kuğu, biçimindeydi, başlan insan başı; elleriyle bacakları da insan elleri, insan bacaklarıydı. Perseus, Hermes’in öğrettiği gibi, gözü kaptı. Grailer gözü bir yabancının kaptığını anlamadılar; önce, birbirlerinden bilerek kavga etmeye başladılar. Ama Perseus konuşup da nymphelerin yerini öğrenmek istediğini söyleyince durumu anladılar. Pek nazlanmadan nymphelerin yerini söylediler delikanlıya. Perseus da gözü geri verdi onlara.

Hermes’in yardımıyla nymphelerin ülkesine yardı Perseus. Orada öyle içten, öyle candan karşılandı ki… Yemekler yedi, içkiler içti, şarkılar, çalgılar dinledi. Aradığı üç armağanı da aldı. Sandalları ayağına giyince uçabiliyor, başlığı giyince görünmez oluyordu. Büyülü, çanta da, içine konan şeyin büyüklüğüne göre biçim değiştiriyordu.

“Alacaklarını aldın,” dedi Hermes, “şimdi gel bakalım. Gorgon’lann yaşadığı adayı biliyorum ben. Seni oraya kadar götüreyim.”

Talih diye buna derler, Perseus adaya vardığı zaman Gorgon’ların üçü de uykudaydı. Kalkana bakınca onları rahatça görebiliyordu Perseus, Athenak da yanındaydı şimdi. Medusa’yı gösterdi ona, .“Yalnız: bunu öldürebilirsin,” dedi, öteki ikisi, Sthenno ile Euryale Ölümsüzdür.”

Usulca Medusa’ya yaklaşan Perseus, Hermes’in kılıcıyla bir vuruşta başını kesti onun, büyülü çantaya attı. Athena da elini tutarak yardım etmişti delikanlıya. Kardeşlerinin çığlığına uyanan öteki Gorgon’lar, Perseus’u kovalamaya başladılar. Ama büyülü başlığı giydi Perseus, görünmez oldu. Gorgon’lar da homurdana homurdana adalarına döndüler.

Perseus geri dönerken Habeşistan’a uğradı. Ülkenin kıralı Kepheus’tu. Kepheus’un karısı Kassiepeia, tanrıların öfkesini üstüne çekmişti.

“Kendi güzelliğini daha üştün görmüştü.
Deniz nymphelerinin güzelliğinden.”

Hangi ölümlü daha güzel olabilir Nereus’uh kızlarından? Tanrıları küplere bindirmişti bu. Hemen insan yiyen bir ejder yollamışlardı Habeşistan’a. Habeşler bakıcılara sorup öğrenmişlerdi ki, ejder ancak, Kepheus ile Kassiepeia’nın kızları Andrommedya’yı yerse geri dönebilir. Kephesus, halkın isteğine boyun eğerek kıznı ejdere vermeyi kabul etmişti.

Perseus Habeşistan’a vardığında Andromeda bir ‘kayanın üstünde ejderin gelmesini bekliyordu. Onu görür görmez, yüreği aşkla, tutkuyla doldu Ferseus’un. Yanına giderek ejderi beklemeye başladı. Bir süre sonra ejder geldi. Perseus bu, Medusa’nın bile kafasını kesmiş, hemen oracıkta ejderi temizleyiverdi. Sonra Andrpmedia’yı annesiyle babasına götürdü, onunla evlenmek istediğini söyledi. Kepheus ile Kassiepeia, böyle yiğit bir damat edindiklerine sevinerek kızlarını ona verdiler.

Perseus, Andromeda’yı yanına alarak Diktys ile annesinin oturdukları eve uçtu. Kimseyi bulamadı evde. Diktys’in karısı ölmüştü. Danae, kral Polydektes’in evlenme teklifini geri çevirmişti. Buna çok kızan kral, Diktys İle Danae’yi yakalatmak istemiş, ama yaşlı balıkçı ile Perseus’un annesi, ondan kaçarak bir tapmağa sığınmışlardı.

Bunları öğrenen Perseus, doğru kiralın sarayına gitti. O sırada bir şölen veriliyordu sarayda. Polydektes ile kendisine bağlı bütün insanlar oradaydı. Perseus kararlı adımlarla girdi şölenin verildiği salona. Kapıyı açarak eşikte dikildi. Göğsünde Athena’nın kalkanı, elinde büyülü çanta vardı. Herkes şaşkınlıkla bakıyordu kendisine. Dikkatle çantayı açtı Perseus. Gorgon Medusa’nın kafasını, çıkararak şalonda bulunanlara doğru uzattı. Medusa’nın başını gören herkes oracıkta taş kesiliverdi. –

Bundan sonra Diktys ile Danae’yi bulmak çok kolay oldu Perseus için. Ülkeyi, katı yürekli kraldan kurtaran delikanlı tahta Diktys’i geçirdi’ Annesini alarak, büyükbabası Akrisios’un ülkesine gitti. Yıllar geçmişti aradan; belki Akrisios yumuşamıştır diye düşünüyorlardı.

Argos’a vardıkları zaman, kralın sürülmüş olduğunu öğrendiler. Nerede olduğunu da bilen yoktu. Aradan birkaç gün geçti geçmedi. Perseus, Larissa kiralının yarışlar düzenlettiğini öğrendi. Larissa’ya giderek yarışlara katıldı. Güce bakın siz, disk atarken öyle bir fırlattı ki demir parçasını, disk gidip seyircilerden birinin kafasına düştü. Zavallı seyirci oracıkta ölüverdi. Kimmiş diye sormayın boşuna, Dolphoi’nin bakıcısı yanılır mı hiç dediği çıkmış. Akrisios torunu tarafından öldürülmüştü.

Bu olay pek üzmedi Perseus’u. Karısıyla birlikte mutlu günler geçirdi. Bir oğulları oldu. Elektryon adını verdikleri bu çocuk, ileride Herakles’in dedesi olacaktı.

Medusa’nın kafası, Athena’ya verildi. Athena da Zeus’un kalkanı Aigis’in üstüne taktı kafayı, hep orada taşıdı.